Bir yıldan fazla zamandır hem ülkemizde hem de diğer ülkelerde bir yandan salgınla mücadele edilirken bir yandan da hızla aşılar geliştirilmeye başlandı. Dünyanın çeşitli merkezlerinde bilim insanları birçok farklı yöntemle aşı çalışmalarına başladı ve hepsinin nihai amacı vücudun bağışıklık sistemine virüsü tanıtmak ve böylece vücutta antikor oluşumunu sağlamak. Bu antikor cevabını sağlamak için bilim insanları aşıyı tasarlarken üç temel yaklaşımı kullandı:

  • Virüsün kendisini kullanmak (inaktif aşılar ve canlı atanue aşılar)
  • Bağışıklık sistemini tetikleyen ya da sadece belirli proteinleri yapmak için talimatlar veren kısımlarını kullanmak (protein temelli aşılar, viral vektör aşıları)
  • Virüsün genetik materyalini kullanmak (mRNA aşıları)

Dünyada hâlihazırda 273 aşı adayı var ancak bunlardan 12 tanesi Faz III aşaması bitmiş/ bitmek üzere olan ve ruhsat almaya en yakın olanlar arasında. Aşı tiplerine geçmeden önce birçok aşı karşıtının kafa karışıklığı yaratmak ve aşının güvenilirliğini azaltmak için başvurduğu ‘’ama hala faz çalışmaları tamamlanmamış ’’ ifadesindeki faz terimin irdelemek istiyorum.

                  Aşı geliştirmek için her aşının sırasıyla beş fazdan geçmesi gerekir. Preklinik fazda aşı olmaya aday kimyasal molekülün belirlendiği insan gönüllülerde denemeler yapılmadan önce laboratuvar koşullarında hayvan deneyleri yapıldığı fazdır. Aşı formülasyonunun hazırlanması, in vivo ve in vitro deneyleri kapsayan bu fazda etkene (antijene) verilen bağışıklık yanıtı araştırılır. Etkin hücresel ve humoral bağışıklık oluşturan, güvenilirliği kanıtlanmış aşılar faz I, faz II, faz III klinik   çalışamalarına  geçer.                  Aşının       farmokokinetik özellikleri, toksisitesi, biyoyararlanımı gibi güvenilirliğinin sorgulandığı faz Faz I’dir. Faz II’de ise aşının klinik etkinliği birçok insan üzerinde araştırılarak aşının güvenliği sağlanır. Ana amacı aşının etkinliğinin kanıtlanması ve yan etkilerinin izlenmesi olan Faz III’te önceki aşamaları geçen aşılar çok daha fazla sayıda insana uygulanarak plasebo kontrollü karşılaştırmalı çalışmalara devam edilir. Faz IV’te ise aşı ruhsatlanır ve kullanımı için piyasaya sürülür. Ruhsatlandırma, hedeflenen başarı oranlarını yakalamış “güvenli” ve “etkin” aşılar piyasaya sürülmeden önce o ülkenin yetkili kurumunca yapılır. Her ülke kendi onay kurumuna karşı sorumludur. Türkiye’de bir aşının piyasaya sürülüp kullanılmaya başlanması için Sağlık Bakanlığı Türkiye İlaç ve Tıbbi Cihaz Kurumu(TİTCK)’nun onayını alması gerekir. Ruhsatlandırma süreleri normal koşullarda aylar hatta yıllar süren araştırma sonuçlarının detaylı incelenmesi ile tamamlanan bir süreçtir ancak pandemi, KBNR tehditleri ve biyoterorizm önlemleri gibi olağanüstü durumlarda uzun süren ruhsatlandırma süreçlerindeki gecikmenin halk sağlığına olumsuz etki yapabileceği öngörüldüğünden farklı ülkeler kendi toplumları için acil kullanım izini olarak bazı kolaylaştırıcı ve hızlandırıcı yasal düzenlemeleri kabul etmişlerdir. Ülkemizde BioNTech ve Sinovac aşıları ruhsat almış bulunmakta ve Sputnik V için de çalışmalar sürmektedir. Şimdi bu aşıları inceleyelim:

BioNTech :

Alman Biontech Şirketi, New York merkezli Pfizer ve Çinli ilaç üreticisi Fosun Pharma ile bir mRNA aşısı geliştirmek için işbirliğine girdi. mRNA aşısı kavramı bilim dünyasına 1990lı yıllarda girdi. Burada immün cevabı oluşturmak için geleneksel yöntemlerde yapılan virüsün zayıflatılmış veya ölü halini vermek yerine virüse taç (corona) görünümünü veren spike proteinini kodlayan mRNA bölgesi alınarak işe başlanıyor. Labaratuvar şartlarında sentetik olarak üretilen bu mRNA bölgesini enjekte edildiği kişinin hücreleri, bu genetik kodu kullanarak Spike proteini üretir ve bağışıklık sistemi bu proteinlere karşı hızla SARS-cov-2’ye karşı antikorlar ve virüse yanıt veren T hücreleri olarak adlandırılan bağışıklık hücreleri üretmeye başlar. Böylece normalde virüs spike proteiniyle vücut hücrelerimize tutunurken, bu aşı sayesinde immün yanıt hızla oluşabiliyor.

BioNTech ve Amerika menşeili Moderna aşısı bu teknoloji ile üretilmiştir. Bu aşıların en önemli avantajları hızlı bir şekilde üretilebilmeleridir. En büyük dezavantajı ise aşının saklanma koşulları. mRNA teknolojisiyle üretilen özellikle BioNTech aşısı soğuk zincir reaksiyonunun bozulmaması için -70°C’lere varan sıcaklıklarda saklanmalı. Aşağıda Harvard üniversitesinin hazırladığı videoda aşının çalışma şekli kısa bir animasyonla anlatılmış: www.youtube.com/watch?v=TbaCxIJ_VP4

Aşılama sonrası yan etkilere gelirsek genellikle yorgunluk, baş ağrısı, ateş, titreme, kas/eklem ağrısı, aşı uygulanan bölgede ağrı/kızarıklık/şişlik görülebilir. Çok düşük bir ihtimal de olsa tüm mRNA aşısı olanların içinden %2.2 oranında alerji gelişimi, %0.025 oranındaysa anaflaksi gelişmiştir. Anaflaktik şok geçiren kişilerin çoğunluğunda geçmişte alerji veya anaflaksi öyküsü vardır. Bu nedenle alerji öyküsü olan bireyler farklı aşılara yönelebilir.

mRNA aşıları genetiğimizi değiştirir mi?

Sosyal medyada mRNA aşılarının DNA’ya girerek insanın genetik yapısında değişimlere neden olduğuyla ilgili bir iddia bulunmakta. Ancak mRNA çekirdek zarını geçemediği için DNA dizisine ulaşması mümkün değildir. mRNA’ nın insan genomuna entegrasyon riski yoktur. İnsanlarda genom, hücrenin çekirdeğinde bulunur. mRNA sadece sitoplazmaya girebilir. Girdikten sonra, antijenin üretilmesini sağlar ve sonrasında parçalanır. mRNA, bir “gen parçası” değildir; dolayısıyl genoma girip de burada herhangi bir değişim yaratamaz. Konuyla ilgili Almanya’daki Paul-Ehrlich Federal Aşı ve Biyotıp Enstitüsü web sitesinde şöyle deniyor: RNA’nın DNA’ya entegrasyonu, başka birçok faktör olmakla birlikte, farklı kimyasal yapılar nedeniyle mümkün değildir. Ayrıca, aşılamadan sonra vücut hücreleri tarafından entegre edilen mRNA’nın, DNA’ya dönüştürüleceğine dair hiçbir kanıt da yok.” Dolayısıyla bu iddia asılsızdır.

RNA aşısı kanser yapar mı?

Konuyla ilgili bir diğer spekülasyonsa mRNA’ nın genomumuza girerek değişimler yaparak kanser oluşturacağı iddiası. Yukarda belirttiğimiz gibi RNA frajil bir yapıdadır ve çekirdek zarına giremez, sitoplazmada kalır. Bu iddia da asılsızdır.

Sinovac:

Çinli Sinovac firması tarafından geleneksel yöntemlerle üretilen Coronavac aşısı çocuk felci ve grip aşıları gibi, inaktif bir aşıdır. İnaktive (enfekte etme yeteneğini yitirmiş) SARSCoV2’yi insan vücuduna doğrudan enjekte ederek vücutta virüse karşı antikor üretiminin oluşumu sağlanır. Bu aşı güvenli olmakla birlikte üretim aşaması zordur.

Şu ana kadar yapılan çalışmalarda Sinovac’ın ağır hasta ve hastaneye yatış oranını neredeyse tamamen ortadan kaldırdığı görüldü. Ayrıca en önemli avantajı ise yıllardır kullanılan geleneksel yöntemlerle üretildiği için iyi güvenlik profili ve BioNTech’in aksine buzdolabında saklanabilmesi. Türkiye’de yapılan faz III çalışmasının ara değerlendirme sonuçlarına göre aşının etkinliği %91,25 olarak tespit edilmiştir.

Peki her iki aşı da neden iki doz yapılıyor?

Coronavirüse karşı üretilen tüm aşıların iki doz yapılması önerilmektedir. Çünkü ilk dozda antikor cevabı oluşturulmaya başlanırken ikinci dozda antikor cevabının düşmeden uzun süre immün yanıtın devam etmesi amaçlanır. Bu yüzden ilk dozdan ortalama 14-28 gün sonrasında ikinci doz aşının yapılması önemlidir.

                         Halk arasında aşılarla ilgili bir başka endişe ise aşının sağlıklı insanları covid yapacağı iddiası. Bu iddia da tamamen asılsızdır. Onaylanmış veya önerilen hiçbir Covid-19 aşısı, hastalığa sebep olan canlı virüsü içermez. Bunun anlamı, Covid-19 aşısı sizi Covid-19 hastası         yapamaz. Zaten temelde bu aşıların üretilme amacı hastalığı önlemektir.

Sputnik V:

Grip benzeri hastalık yapan bir virüsün (adenovirüs) vektör olarak kullanılarak genetik müdahale sonrası coronavirüs proteini ile desteklenerek insanda bağışıklık oluşturması amaçlanır. Bu viral vektör aşıları; Zika, Chikungunya gibi viral hastalıklara karşı uzun bir süredir faz III aşamasındaydı. Rus menşeili Sputnik aşısı ve Oxford Üniversitesi’nin ürettiği Astra-Zeneca aşısı bu sistemle çalışır. Aşıların içindeki mikroorganizmalar (adenovirüs vb) canlı olmakla birlikte, güçsüzleştirildiklerinden dolayı insanlarda hastalık yapamazlar. Bu viral vektör aşılarının iki tipi vardır. Hücreler içinde çoğalabilenler ve anahtar genleri devre dışı bırakıldığı için çoğalamayanlar. Sputnik V aşısı çoğalamayan viral vektör aşısıdır taşıyıcı virüsün kendisini kopyalamasını sağlayan genetik kodu pasifleştirilir ve böylece vektör virüs hücre içinde çoğalamaz. Uzun süreli bağışıklık için aşının tekrarlanması gerekir. Bu aşıların dezavantajı ise hâlihazırdaki bağışıklık sisteminin bu vektörleri tanıyabilmesi. Yani vücudun antijene değil de doğrudan vektöre tepki vermesiyle sonuçlanabiliyor. Bu da aşının etkinliğini düşürebiliyor.

Şu an ülkemizde ruhsatlandırması yapılan/yapılmakta olan aşılar bunlar. Birbirinden farklı teknolojilerde üretilmiş olsalar da finalde hepsinin yaptığı: antikor cevabı oluşturmak. Ülkemizde de birçok merkezde aşı çalışmalarında ciddi yol alınmış durumda. Bunlardan Ankara Üniversitesi’nde çalışmalarına devam edilen ve heyecanla takip ettiğim adenovirüs tabanlı prototip koronovirüs aşı üretimi projesinde Prof. Dr. Hakan Akbulut ve ekibi SARS-CoV-2 spike proteinini kodlayan gen parçalarını insan tip5 adenovirüsü DNA’sına rekombinant tekniklerle yerleştirilmesiyle oluşan canlı bir viral vektör aşısı tasarladılar. Ayrıca birçok farklı üniversitemizde de inaktif, protein temelli ve mRNA aşı çalışmalarına devam edilmekte. Umarım yapılan tüm bu çalışmalar sonuç verir; pandemi ve koronavirüs kelimeleri tarihin tozlu sayfalarında kaybolur.

Sözlerimi bitirirken maske-mesafe tedbirleri virüse maruz kalma ve virüsü diğer insanlara yayma riskimizi azaltsa da kesin çözüm olmadığını, hangi teknolojiyle üretilmiş olursa olsun salgını durdurmak ve eski normalimize dönmek için elimizdeki en güçlü silahın aşı olduğunu hatırlatmak istiyorum.

Rümeysa ARSLANTAŞ

Kaynakça: