Kategori: Blog (Page 1 of 3)

RUŞENDİL

Muhammed BAŞKIR RTEÜSihat’in düzenlemiş olduğu fotoğraf yarışmasının birincisi

Sevmek, sevilmek, beğenmek, hoşlanmak… Kulağa hoş gelen oldukça nahif kelimeler. Duyunca gönlü zarif insanları mutluluğa çağıran, bir bahar sevinci yaşatan, hafiften esen bir meltem gibi güzelleştiren sözcükler bunlar. Acaba sevgi denilince kırmızı bir kalbi çağrıştırdığından mıdır ki bunca neşe, hareket ve zariflik. Oysa korkulu rüyalar değil midir dolaşım sistemindeki kalbin fizyolojisi. Sahi nedir bunları birbirinden ayıran temel özellik? 

  Şair diyor ya: “İnsan sevmeli; bazen bir insanı, yahut da bir ağacı, ya da kanadı kırık bir kuşu… Zaten sevmezse insan, insan mı olur?” diye. O halde insan olmanın en temel şartı mıdır sevmek? Bunca kan, gözyaşı, zülüm varken bile mi? Sevmeli mi insan en yaralı haliyle, kalbindeki sızılar ile? 

  Sevgi koyarlar bazen bir kızın adını. Henüz bebekken ismiyle hemhal olsun, kalbi yumuşasın diye midir ki? Sevmeyi öğrensin, ismini yaşasın ve yaşatsın diye mi? Peki yaşayamayacak mı adı Sevgi olmayan canlar, can ile atan kalpler? 

  Yaşam, yaşamak… Nedir ki? Dudaklar arasından çıkan birkaç hece, birkaç harf mi sadece? Bu kadar basit ve kolay mı söylenmeli? Gözlerimizi açtığımızda başlayıp, kapanınca son bulacak bir gidişattan mı ibaret? Yaşamak, sevmek, bu hayatta yol almak, nefes almak, bir gidişat içinde olmak. Nedir ki bunlar, nedir ve ne olmalıdır?

  Anne rahmine bir damlacık düştü. Hayat denen şey yaşamaktan ibaretse orada can buldu, orada yaşamak ve yaşamamak arasında mücadelede bulundu. İlk mücadelesi değil midir canlıların rahimde tutunabilme çabası? İlk mücadele değil midir annenin rahminde bir vücut haline gelebilmek? İnsan olma mücadelesi değil midir hepsi? Ne için peki? Sadece anne rahminden ayrılıp bu dünyaya gözlerini açmak, herkeste gördüğü gibi yaşama tutunmaya çalışmak, büyümek, sınavlara girmek, iş sahibi olmak, evlenmek, biraz daha yaşayıp emekliliğe ayrılmak ve ölümü beklemek gün sayarken… Bu mudur yaşam dedikleri iki heceden oluşan, dudaklardan yayılan?.. Sevmek, sevilmek nerededir hayatın? 

  Embriyo idi, fetüs oldu. Yalnız yaşıyordu orada. Sonra gözlerini tekrar açtı ki onu seven koca yürekli annesini gördü kollarıyla sıcacık saran. Babası, nenesi, dedesi, teyzesi, dayısı, amcası… Daha nicesi. Çok seviyorlardı onu. Sevilmeyi tattı minik bebek ve sevilmek hoşuna da gitmişti. Peki sevmek nasıl bir şeydi? Annesi onu koşulsuz seviyordu, babası koşulsuz kolluyordu minik bebeğini. Henüz minicikti. Nasıl koşulsuz olmasındı ki sevgileri? Yaş almaya başladıkça sorumlulukları arttı ve artık minik bir bebekten çocukluğa kavuştu. Anneciği hala onu çok seviyor ve onun için mücadele ediyordu. Demek ki azalmıyordu sevgi denen şey. Küçük bir kuzuları vardı bahçede. Tıpkı kendisi gibi küçüktü. Küçük çocuğumuz her gün kuzusu için ot getiriyor, tarıyordu vücudunu. Yoksa sevmek bu muydu? Bahar geldiğinde papatyalar ile sohbet ediyor, onları asla koparamıyordu. Sevmek bu muydu? Biraz daha büyüdü ve artık genç bir kız oldu. Arkadaşlarıyla muhabbet ederken düşünüyor ve onları kırmaktan endişe ediyordu. Onlar ile sevdiği yiyecekleri paylaşıyor, zaman zaman hediyeler alıyordu. Çünkü onları da seviyordu ve hala annesi de seviyordu bu genç kızı. Peki bu kadar sevgi nereye sığıyordu diyordu genç kız içinden. Beni her sabah uyandıran, yatağımdan kaldıran, hayallerim için heyecanlandıran bu şey de neyin nesi diyordu. Neyi bu kadar seviyordum da bu kadar enerji doluydum? Ne içindi mücadelem?..

  Zordu bu hayatta tutunmaya çalışmak. Tıpkı anne rahmindeki gibi zordu, her an düşecekmiş hissiyatı ve yeniden ayağa kalma çabaları. Neden bir papatya kokusu kadar masum değildi bu hayat? Neden kan, gözyaşı hüküm sürüyordu şu kısacık yaşam denilen zamanda? Bu kadar kolay mıydı sahi insanların canını acıtmak, hiçbir şey yokmuşçasına hayatına devam etmek? Peki bunca acıya rağmen nasıl nefes alıyor, nasıl ayakta dimdik durabiliyorduk? Bir şekilde zaman geçiyor ve yıllar birbirini kovalıyordu. Öylece bu dünyayı terk-i diyar mı edecektik? Bizi buraya bağlayan bir şey olmalıydı, bizi harekete geçiren, her sabah tekrar tekrar aynı işleri yaptıran… Sevgi denen şey asıl bu muydu yoksa? Sevmek… Hayatı, gözyaşını, ayıcı, kederi ve mutluluğu. Papatya kokusunu sevdiği için mutlu olmuyor muydu yüreği? 

  Yaşam… İki hece dudaktan süzülen. Bir kum saati durmaksızın ilerleyen. Ve sevgi… Her şeye rağmen yaşamaya göğüs gerdiren. Hepimizin kulağında olan şarkıda demiyor muydu: “…Dünyaya geldik bir kere, kavgayı bırak her gün bu şarkımı söyle, sevdikçe güler her çehre, amaçlar hep bir olsun, kalpler birlikte…”

  Tüm olanlara rağmen bir amacı varsa insanın sevmeli yaşamı. Sevgi ayakta tutar, sevgi güç verir, sevgi mücadeleyi öğretir. Tüm olanlara ve olacakları karşı bir siper değil midir sevgi? Sevgi en yaralı, en masum, en imkansızı olduran değil midir? Ellerim kaleme gidiyorsa şayet kalemi sevdiğinden, ayaklarım sokağa açılan bir pencereye, kapıya gidiyorsa hala bir ümitten değil de nedir? Bazen bekleyişleri kolaylaştıran, zorlukların üstesinden gelmede yardımcı olan, harekete geçirmede birebir olandır sevgi. Sevgi ki bu hayatın mihenk taşı, pürüzlerinden takılmadan geçmeyi sağlayan en ihtişamlı duruştur. Zorlukların olduğu, sıkıntıların peyda olduğu bir hayatı yaşanabilir kılar sevgi. Kitabın kapaklarına, o kitaba karşı heyecan duymadıkça kalbim, açamaz ellerim. Heyecan da sevgiden değil midir? 

  Amaç taşımalı insan, kendini tanımalı. Neyi sevdiğini bilen insan adımlarında korkmadan ilerleyebilmeli. Şayet o insan ki seviyorsa yaşamayı gözyaşını da siler, kanı da durdurur. Yapamıyor mu, kalbinden söküp atar sevmediği ne varsa o sevgisinden aldığı güç ile. Seksen yaşına da gelse insan, seviyorsa yaşamayı bir iz bırakabilir ardından bir gün dosyası kapanacak olsa da dünyaya. Nefes alırken sevebiliyorsa yaşamayı, ardından gelecek nesiller için de sevilebilir kılar dünyayı.

  Bu dünyada yaşamayı sevmek dünyanın güzelliklerini, yapıtaşlarını, mimari eserlerini, denizini sevmekten mi ibaret sanıyoruz? Öyleyse darir gözler bilemeyecek mi sevginin varlığını, yaşamayı sevmeyi?..Hayır, hayır. Ruşendil olmalı insan. Gözleri görmese de gönlüyle görmeli, gönlüyle hissetmeli, gönlüyle var olmalı. Yaşamayı sevmek bir çift gözün gördüğünden öte, kalbin hissetmesi olmalı. Yaşamayı sevmek; insanları, tüm varlıklarısevmek ve onlara iyiliklerde bulunmak olmalı. Yaşamayı sevmek; bir iz bırakmak olmalı. Yaşamayı sevmek; kolayca pes etmemek, inandığı amaç uğrunda mücadelesine devam etmek olmalı. İnandığı değer uğrunda çalışmak olmalı. Yaşamın sevilmesi kendinden başlar. Kendini sevecek ki insan, yaşamda neden var olması gerektiği şifresini bulsun. Kendini sevsin ki kim olduğu çabasında bulunsun. Kendini sevsin ki bir değer olduğunu hissetsin ve gördüğü göremediği tüm varlıkların bir değerinin olduğunu anlasın. Yaşam iki hece kadar kolay bir şey olamaz. Yaşamı sevmek sorgusuz bir hayat olamaz. Neden ve niçinler yaşamı değerli tutar. Bunlara bulacağımız cevaplar sevdirir yaşamı. Ve evet. Yaşam bir papatya kokusunda saklıdır. O papatya ki zamanı geldiğinde en güzel kokuyu yayacaktır

Arzu AKIŞ

SDÜ Ebelik Fakültesi 3. Sınıf / SDÜSihat

Default Mode Network

‘’İnsan her zaman belirli şartlar altındadır ve bu şartların iyi olarak sınıflandırıldığı dönemler pek nadirdir.’’ diyor İsmet Özel bir kitabında. Son zamanlarda gerek dünyada yaşanan olumsuzluklar gerek sağlık sistemindeki aksaklıklar ve özellikle mesleğe büyük heyecanla başlamış hekim abi ve ablalarımın gün geçtikçe akıl almaz çalışma saatleri ve şiddet olaylarından dolayı enerjilerinin azaldığını görmek beni çok üzüyor. Zaman akıp gidiyor ve her geçen gün nihayiyolculuğumuza bir adım daha yaklaşıyoruz. Hayatta bir amacımızın olması ve o hedef doğrultusunda çalışmak çok güzel. Ayette belirtildiği gibi bir işi bitirince hemen diğer işe koyulmalıyız ama bunu yanlış yorumlamadan. İş kavramı sadece çalışmak, birikim yapmak, kariyer fırsatlarını kovalamak hiç boş durmamak değil. Tefekkür etmek de bir iştir, durup dinlenmek, kendimizi dinlemek,kendi benliğimize vakit ayırmak nefis muhasebesi yapmak da bir iştir hem de ciddi ve zor bir iş. Hatta insan beyninin en aktif olduğu dönemler de işte bu dinlenme dönemleridir. Birçok ünlü keşif hiç hesapta olmayan zamanlarda belirivermiştir. Arşimet hamamdayken suyun kaldırma kuvvetini keşfetmiş, Newton ağacın altında dinlenirken yer çekiminin olduğunu fark etmiştir mesela. Ve benim de bu yazıyı yazmak otobüste ‘’boş boş’’etrafı izlerken aklıma geldi.

 Uykuya daldığımızda veya tavana gözlerimizi dikip hayaller kurduğumuzda ya da derste sıkılıp daldığımızda beynimiz daha mı az çalışıyor? Geçmişte bu gibi durumlarda beynin hiç çalışmadığı veya daha az aktif olduğu düşünülüyordu. Ancak EEG, PET ve nihayet fMRI (fonksiyonel Manyetik Rezonans görüntüleme) sayesinde beynimizde bir sistemin hiçbir şey yapmıyorken yani dinlenirken (düşünmediğimizi sandığımız zamanlarda) aktif bulunduğunu kanıtlanmıştır. Bu sistem ‘’Default Mode Network’’ olarak isimlendiriliyor. DMN de yer alan beynin alanları; medial temporal lob, medialprefrontal korteks ve posterior siyonülat korteksin yanı sıra ventral pruneus ve parietal korteksin parçalarıdır. Bu bölgelerin tümü, iç düşüncenin bir yönü ile ilişkilendirilmiştir. Örneğin, medial temporal lob, hafıza ile ilişkilidir. Medialprefrontal korteks, zihin teorisi, başkalarını kendisininkine benzer düşünce ve hislere sahip olarak tanıma yeteneği ile ilişkilendirilmiştir. Posterior siyonülatın, farklı türden içsel düşünceleri birleştirmeyi içerdiği düşünülmektedir. ÖzetleDMN dinlenme durumlarında aktif olmaktadır; dikkat gerektiren işlerde ise baskılanmaktadır. Ayrıca Alzheimer, depresyon gibi psikiyatrik bozukluklarda da DMN ninçalışması bozulmaktadır.

DMN nin nasıl çalıştığını daha iyi anlamak isterseniz aşağıdaki videoyu izlemenizi tavsiye ederim. https://www.youtube.com/watch?v=6A-RqZzd2JU&t=115s 

Default Mode Network le ilgili bir başka ilgi çekici araştırma ise Güney Kaliforniya Üniversitesi’nde yapıldı. Yapılan çalışmada Amerikalı Çinli ve İranlı 90 kişiden oluşan bir gruba yalan söylemek, boşanmak gibi kişisel konuların ele alındığı 40 hikaye herkesin ana diline çevrilerek okutuldu. Katılımcılar okumalarını yaparken beyinleri fMRI ile tarandı ve bu sırada katılımcılara bazı sorular da soruldu. Sonuç şaşırtıcıydı. İnsanlar farklı dillerde de olsa aynı hikayeyi okuduklarında beyinlerinin aynı bölgesi aktifleşmişti ve bu da bahsettiğimiz DMN bölgesiydi. İnsanların ortak değerler çevresinde birleşebileceğini göstermesi açısından çok değerli bir çalışma bence. Çalışmanın daha ilginç tarafıysa bilim insanları tersine mühendislik tekniğiyle beyin taramalarından elde ettikleri verilere bakarak katılımcıların okuduğu hikayenin ne olduğunu belirlediler. Yani bir anlamda zihin okumaya çalıştılar ve bu bir ölçüde başarılı oldu denilebilir. 

Hepimiz bize verilen işi elimizden gelen en güzel şekilde yapmaya gayret etmeliyiz. Özellikle mesleğimiz insan sağlığı olunca ekstra ihtimam, emek ve çalışma göstermemiz gerektiği aşikar. Ancak zamanımızın hepsini mesleğimize ayıramayız. Sevdiklerimize, hobilerimize, kendimize ve dinlenmeye de vakit ayırmalıyız ki bu vakitler bizi ruhsal olarak besleyerek hem mesleğimizi daha iyi yapmamızı sağlar hem de ‘’tükenmişlik sendromuna’’ girmemizi önler. FredericGros bir kitabında tükenmişlikle ilgili şöyle diyor ‘’Her zaman bir şeyler yapmak, peki ya ‘’olmak’’? Bunu sonraya bırakırız çünkü hep daha iyisi,daha acili ,daha öncelikli olanı vardır. Varolmak yarına kadar bekleyebilir. Ancak yarın da öbür günün işlerini getirir. Bitmeyen karanlık bir tünel.Ve buna yaşamak derler.’’ 

Bu karanlık tünele girmeyelim ve ruhumuzu besleyen bu saatlerden çalmayalım. Her gün mutlaka DMN sistemimizi aktifleştirelim:dinlenelim, anda kalmaya çalışalım, yürüyelim, ağacın altında oturalım, boş boş tavanı izleyelim. Bu şekilde deşarj olarak çok daha üretken fikirlerin ortaya çıkacağına inanıyorum. Yazıma İsmet Özel’in sözüyle başladım yine ondan bir sözle bitirmek istiyorum. ‘’Her çağın meselesi o çağla birlikte yıkılıp gider. İnsan olmanın fazileti nerede ne zaman olduğunu kavramakla elde edilir. Zaman ve mekana hükümran olma özentisiyle değil.’’

Bu çağın sorunları da bu çağ ile birlikte yıkılıp gidecek hiç şüphesiz. Umut ediyorum ki bu çağın sorunları bu çağ bitmeden yıkılır ve her insan ruhunu beslemek için yavaşlayabilir. Zira insan büyük acılar içindeyken, temel ihtiyaçlarını karşılayamazken DMN sini aktifleştirmek için duramayabilir.

Rümeysa Arslantaş

KAYNAKÇA:

https://www.herkesebilimteknoloji.com/slider/biz-bosluga-bakarken-beynimizin-icinde-firtinalar-kopuyor

https://medicalxpress.com/news/2017-10-scientists-universal-brain-stories.html

Üç Zor Mesele-İsmet Özel

BURSA-ULUCAMİ

Bursa Ulucami Türkiye’deki ulucamiler içindeki en büyük ulucamidir ve Osmanlı döneminde yapılan ilk ulucamidir.1396-1400 yılları arasında Yıldırım Beyazıd tarafından yaptırılmıştır. Mimarının Ali Neccar olduğu tahmin edilmektedir. Caminin inşasına ait bir menkıbe vardır. Rivayete göre; Yıldırım Bayezıd, Niğbolu muharebesini kazanınca yirmi cami yaptırmaya karar verir. Bursa’ya geldiğinde bu fikrini damadı olan Emir Sultan Hazretlerine söylemiş, O’da yirmi cami yerine yirmi kubbeli bir cami yapılmasını tavsiye etmiştir. Caminin yeri de Emir Sultan’a, rüyasında manevi bir işaretle gösterilmiş, ertesi gün bu işaret edilen yerde çimen bittiği görülerek caminin yeri tespit edilmiştir. Karar padişaha bildirilmiş, padişah da bunu uygun görerek caminin inşasını başlatmıştır. Cami, Niğbolu zaferinde kazanılan ganimet mallarıyla yaptırılmıştır. Caminin ilk imamı, Mevlid-i Şerif yazarı Süleyman Çelebi’dir. Mevlid-i Şerif’i yazmasına vesile olan meşhur hadise burada cereyan etmiştir. 1409 yılı Ramazan ayında ikindi namazını müteakip kürsüye çıkan vaiz efendi, konuşması esnasında “Rasüller arasında fark yoktur…” (Bakara 285) ayetinin tefsirini yaparken, cemaatten biri itiraz ederek “Risalet yönüyle aralarında fark olmasa bile benim peygamberim Hz. Muhammed fazilet açısından hepsinden üstündür.” der. Bu mesele tartışma konusu olur. Bu konuşmaya şahit olan Süleyman Çelebi o dakikadan itibaren Hz. Peygamber’in faziletlerini anlatan Mevlid-i Şerif’ini yazmaya karar verir. Mevlid-i Şerif Türkçe yazılmış olup yaklaşık bin beyittir. Camiyle ilgili genel bilgilerden sonra asıl bu yazıyı yazma sebebim olan camide gördüğümüz hat sanatından bahsetmek istiyorum. Ulucami hüsn-i hat sanatı yönünden oldukça zengin bir cami. Camiye ilk girdiğiniz andan itibaren levhalardaki değişik tarzda yazılmış hatlar insanın hem gözüne hem gönlüne hitap ediyor. Ancak bununla birlikte bu ihtişamlı hat eserlerinin anlamını da merak etmemek mümkün değil. Bu yazıda Ulucami’deki bazı hat eserlerinin anlamlarını paylaşmaya çalışacağım.

vav harfini camide sıkça göreceğiz. Bu levhada dört tane vav iç içe geçerek büyükten küçüğe yazılmıştır.
“ve lillahilizzetü,
ve lirasulihi,
ve lilmüminine, velakinnelmünafikine
la ye’lemun.

“İzzet –üstünlük, şeref- Allah içindir ve resulü
içindir ve müminler içindir ve lakin münafıklar
bunu idrak edemezler, anlayamazlar.’’

(Münafikun Suresi 8. Ayet)

‘’İttekül vavavat ‘’
Karşılıklı olarak duran 4 adet büyük vav harfinin ortasında Hz. Peygamber(sav)’in
hadisi yer almaktadır:
‘’Vavlardan sakınınız.’’
Bu vavların insanlara ağır yükler getirebilen bazı işleri işaret ettiği düşünülmektedir. Velayet, vekalet, vaad, vasiyet, vakıf malı, vallahi kelimesi gibi.

Çiçek desenine benzetilen bu levhada sol alttan başlayıp saat yönünde ilerleyerek Nas suresi yazılmıştır.

Orta bölümde ise euzubesmele ve ‘’Nas Suresi-Mekke’de inmiştir. Altı ayettir’’ yazılmaktadır.

Caminin kuzeydoğu köşesinde yazılı olan bu hadisi şerif:
‘’Re’sul hikmeti mehafetullah’’
‘’Hikmetin başı Allah korkusudur.’’
yazmaktadır.

Bu hadisin hemen altındaysa cemaatte rahmet ;ayrılıkta azap vardır hadisi yazılıdır.

Osmanlı’nın simgesi olan tuğraya benzeyen bu eserde hadisi şerif olan:
“Şefaati li ehli’lkebâiri min ümmetî”
‘’Benim şefaatim; ümmetimden büyük günah sahiplerinedir’’
yazmaktadır. Ne umut verici bir hadis…

Hac ile ilgili olan bu yazının, o dönemlerde aylar süren hac yolculuklarında görülen kafileleri, sıra sıra dizilmiş deve kervanlarını anımsatmaktadır. Yazının okunuşu şöyle:
“’Netehaccecü, bitehaccüci, tehaccecü, bihuccaci, tehaccacet, bitahcici, haccecet, haccanbî’
‘’Biz haccederiz hac yapanlarla, sen de haccedersin hacılarla, hac yap benim hac yaptığım gibi, hac yap (kafilemdeki) hacılar gibi’’

Ulucami’deki en dikkat çekici yazılardan biri Şefik Efendi’nin yandaki divani yazısıdır. Hz. İbrahim ile Cebrail (A.s) ve diğer melekler arasındaki konuşmayı anlatan divan hattıyla yazılmış bu levhada mealen:
‘’Mülkün ve melekutun sahibine sığındım. İzzet azamet, Kibriya ve ceberrutun sahibine sımsıkı sarıldım. O; Hayy (diri canlı olan) Allah’a tevekkül ettim. O’na ne uykulama ne de ölüm gelir. Seni tesbih ve takdis ve tenzih ederim. Sen bizim Rabb’imizsin melekler ve ruhun da Rabb’isin. Sen bir olan Allah’sın ve Senin ortağın yoktur.’’ meleklerin göğe yükselişini tasvir eder şekilde yazılmıştır. Bu şekilde yazılmasının da bir sebebi vardır. Hz. Peygamber(sav) burada olduğu gibi Allah’ı öven ibareleri sahabelerden duyduğunda şunları söylemiştir.“ Bu kelimelere şaşırdım. Çünkü gök kapıları bu kelimelere karşı açıldı.” dediği rivayet edilmiştir.

Doğu kapısının hemen yanında yer alan küçük levhada üç taraftan bakıldığında farklı görüntüler sergileyen sülüs yazılar vardır. Karşıdan bakınca Allah-Muhammed, sağdan bakınca Ebubekir-Ömer, soldan bakınca da Osman-Ali olarak okunmaktadır. Camiyi ziyaret ettiğinizde mutlaka bakmanızı tavsiye ederim.

Yazıda müsenna (yansımalı) olarak “nurun ala nur” yazılmış, üst kısımda oluşan boşluğa ise ayetin devamı yani “yehdillahulinurihi men yeşa’” yazılmıştır.
‘’Allah dilediğini nuruna eriştirir.‘’

Hünkâr mahfelinde acaba hangi Osmanlı padişahları namaz kıldı diye düşündükten sonra, mahfelin yanında en güzel levhalardan biri olan, altın harflerle, Osmanlı’nın son dönem padişahlarından II. Mahmud tarafından yazılmış yazıyı görüyoruz:
“Veizâ hakemtüm beyne’n-nâsi en tahkümû bi’l-adli”
“Allah, insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adaletle hükmetmenizi emreder.”

(Nisa suresi, 58) yazmaktadır.

Hac Suresi’nin 27. Ayeti yazmaktadır:
‘’Min Küllü Fevcin Amik.’’
‘’İnsanlar arasında haccı ilan et, gerek yaya gerek uzun yollardan yorgun develer üstünde sana gelsinler”

En üstte: Kalellahu Teala, Azze ve Celle yücelik sahibi Allahüteala buyurdu.
Ortada: Şehidallahu ennehu la ilahe illa hüve velmelaiketi ve ulul ilmi kaimen bil kısti la ilahe illa güvel azizül hakim:
”Allahüteala kendinden başka ilah olmadığına şehitlik etti. Melekler ve ilim sahipleri de adaletle kaim oldular. Ondan başka ilah yoktur ve o yücedir, hükmedendir.‘’
ayeti yazmaktadır. Altta: Müsenna (yansımalı-simetrik) şekilde besmele yazmaktadır.

Doğu kapısından girişte sağda bulunan levhada Rad Suresinden alınmış bir ayet geçer:
‘’Ela bi zikrillahi tatmeinnül kulub.’’
‘’Dikkat edin, kalpler yalnız Allah’ın zikriyle mutmain olur.’’

Kalplerimizin suküneti için hatırlamamız gereken bir ayet hakikaten.

Ulucami’deki belli başlı hat eserlerinden olabildiğince bahsetmeye çalıştım. Camide çok daha fazla hat eseri var hem onları bizatihi görmek hem caminin manevi havasından istifade etmek için UluSİHAT ekibi olarak hepinizi Bursa’da misafir etmekten memnuniyet duyarız. Sözlerimi Üftade Hazretlerinin Ulucami için yazmış olduğu ve camide hat sanatıyla yazılı olan beyitlerle bitirmek istiyorum.
Yâ Câmi’ul Kebir veya mecmaü’l-Kibâr Tuba li men yezûrüke fil leyli ven nehâr.
‘’Ey büyük camii veya ey büyüklerin toplandığı yer
Seni gece ve gündüz ziyaret edenlere müjdeler olsun.’’

Rümeysa ARSLANTAŞ

Kaynakça:

  • http://www.bursaulucamii.com/ic-foto.html
  • https://sehirmedya.com/kultur-sanat/ulucamideki-essiz-hatlar-h70725.html
  • http://www.ibrahimaybek.com/index.php/2016/11/12/bursa-ulu-camii-hat-yazilari/
  • Bir Hüsni Hat Sergisi-Ulucami kitabı /Zafer İhtiyar

Bir Haykırış: Mavi Kelebekler

Bir rivayete göre kendisine şanlı fetih nasip olacak Fatih Sultan Mehmet Bosna seferindedir. Yıl 1463. Başarıları dünyaya nam salacak olan padişah Bosna’yı Osmanlı topraklarına katmakta azimlidir. Gelin görün ki şehir tüm kuşatmalara rağmen teslim olmamakta ısrarlıdır. Gece olur, her şey karanlığa teslim olmuştur. Padişah çadırında istirahate çekilir. Uykuya dalar, rüya görür. Rüyasında ümmetin güzel sevgilisi Hz. Peygamber’i (s. a. v.), ikinin ikincisi Hz. Ebu Bekir’i, Zin-nureyn sıfatlı Hz. Osman’ı ve Allah’ın Kılıcı Hz. Ali’yi görmüştür. Tan yeri ağarınca hocasının yanına gider. Hocası rüyasını şöyle yorumlamıştır: Hz. Peygamber’i(s. a. v) görmen Bosna’da her daim Müslümanlığın var olacağına işarettir. Hz. Ebu Bekir’i görmen Bosna’da her daim sadakatli insanların var olacağına işarettir. Hz. Osman efendimiz ilme işarettir. Bosna‘da her daim alim insanların yetişeceğini gösterir. Hz. Ali cengaverliği temsil eder. Bosna’da savaşçı insanlar yetişecek ve bu topraklarda savaş her daim var olacaktır. Dört halifeden üçünü görüp Hz. Ömer’i görmemen ise bu topraklarda adaletin sağlanmayacağına işarettir. Bu rivayeti bütün benliğimle reddedebilmek isterdim. Bosna’da adaletin var olduğunu savunmak en büyük arzumdu.

Bosna, nehirlerin çevresini kuşattığı şehir.  Bir zamanlar her dinden halkın huzurla yaşadığı yer. Avrupa’nın Kudüs’ ü. Elbette Hz. Ömer’siz bir Kudüs eksikti. Adalet binlerce masumun katledildiği nehirlerde boğulup gitmişti. Adaleti tekrar diriltme görevi Aliya’ya düşmüştü. ”Sırplar bize ne yaptıysa onlara aynısını yapalım.” diyen askerine “Sırplar bizim öğretmenimiz değil.” diyecekti. Biliyordu ki tek ve mutlak öğretmen el-Alim olan Allah’tı. ”Savaşta bile olsak inançlı birer Müslüman olarak Kitap ne emrediyorsa ona göre davranmak zorundaydık, öyle de davrandık.” diyen birine nasip olacaktı elbette Müslüman halka önderlik etmek. Güçlüyken de güçsüzken de düşmanın yaptığı yanlışları ilke edinmemekti zafer. Aliya halkına “Unutmayın!” dedi “Unutulan soykırım tekrarlanır.” Beyaz “Hafıza“ çiçekleri katliamın unutulmaması içindi. Mavi kelebekler ise katliamı Batı’nın sağır kulaklarına haykırmak için. Üstü toprakla örtülmeye çalışılan toplu mezarları bir bir belirledi mavi kelebekler. Onlar yeryüzünde çoğu insanın yapamadığını yapmıştı. Yapılan zulmü gözler önüne sermişti. Zulmü engellemek ellerinden gelmemişti fakat kulakları sağır eden bir sessizliğe de kapılmamışlardı. Mavi kelebekler gibi olmalıydı insan, başka türlüsüne insan demeye dilim varmıyordu. Zulme karşı sessiz kalınmamalıydı. “Haksızlığa karşı susan dilsiz şeytandır.” demişti Hz. Ali. Bu yüzyılın insanı lal olmuştu. Zulüm dört bir yanda baş gösteriyordu. Kudüs, Suriye, Doğu Türkistan…Buralar mavi kelebeklerin istilasına uğramalıydı. Tek tek tüm kulaklara insanlığın selasını vermeliydi, ”İnsanlık öldü!” diye. Sahi mavi kelebekler neredeydi, neden yoktular savaşın kol gezdiği coğrafyalarda? Ya tek başlarına haksızlığa karşı durmaktan yorulmuş olmalıydılar ya da insanlığın haksızlıkları görmesini bekleyip belireceklerdi. Haksızlıklara göğüs gerenlerin yorulup, pes ettiği olmamıştı. Anlaşılan insanların haksızlıkları görüp ses çıkarmasını bekliyorlardı. Umarım sonsuza kadar beklemek zorunda kalmazlardı.

ESRA HALICI – RTEÜ SİHAT

BioNTech, Sinovac, SputnikV..

Bir yıldan fazla zamandır hem ülkemizde hem de diğer ülkelerde bir yandan salgınla mücadele edilirken bir yandan da hızla aşılar geliştirilmeye başlandı. Dünyanın çeşitli merkezlerinde bilim insanları birçok farklı yöntemle aşı çalışmalarına başladı ve hepsinin nihai amacı vücudun bağışıklık sistemine virüsü tanıtmak ve böylece vücutta antikor oluşumunu sağlamak. Bu antikor cevabını sağlamak için bilim insanları aşıyı tasarlarken üç temel yaklaşımı kullandı:

  • Virüsün kendisini kullanmak (inaktif aşılar ve canlı atanue aşılar)
  • Bağışıklık sistemini tetikleyen ya da sadece belirli proteinleri yapmak için talimatlar veren kısımlarını kullanmak (protein temelli aşılar, viral vektör aşıları)
  • Virüsün genetik materyalini kullanmak (mRNA aşıları)

Dünyada hâlihazırda 273 aşı adayı var ancak bunlardan 12 tanesi Faz III aşaması bitmiş/ bitmek üzere olan ve ruhsat almaya en yakın olanlar arasında. Aşı tiplerine geçmeden önce birçok aşı karşıtının kafa karışıklığı yaratmak ve aşının güvenilirliğini azaltmak için başvurduğu ‘’ama hala faz çalışmaları tamamlanmamış ’’ ifadesindeki faz terimin irdelemek istiyorum.

                  Aşı geliştirmek için her aşının sırasıyla beş fazdan geçmesi gerekir. Preklinik fazda aşı olmaya aday kimyasal molekülün belirlendiği insan gönüllülerde denemeler yapılmadan önce laboratuvar koşullarında hayvan deneyleri yapıldığı fazdır. Aşı formülasyonunun hazırlanması, in vivo ve in vitro deneyleri kapsayan bu fazda etkene (antijene) verilen bağışıklık yanıtı araştırılır. Etkin hücresel ve humoral bağışıklık oluşturan, güvenilirliği kanıtlanmış aşılar faz I, faz II, faz III klinik   çalışamalarına  geçer.                  Aşının       farmokokinetik özellikleri, toksisitesi, biyoyararlanımı gibi güvenilirliğinin sorgulandığı faz Faz I’dir. Faz II’de ise aşının klinik etkinliği birçok insan üzerinde araştırılarak aşının güvenliği sağlanır. Ana amacı aşının etkinliğinin kanıtlanması ve yan etkilerinin izlenmesi olan Faz III’te önceki aşamaları geçen aşılar çok daha fazla sayıda insana uygulanarak plasebo kontrollü karşılaştırmalı çalışmalara devam edilir. Faz IV’te ise aşı ruhsatlanır ve kullanımı için piyasaya sürülür. Ruhsatlandırma, hedeflenen başarı oranlarını yakalamış “güvenli” ve “etkin” aşılar piyasaya sürülmeden önce o ülkenin yetkili kurumunca yapılır. Her ülke kendi onay kurumuna karşı sorumludur. Türkiye’de bir aşının piyasaya sürülüp kullanılmaya başlanması için Sağlık Bakanlığı Türkiye İlaç ve Tıbbi Cihaz Kurumu(TİTCK)’nun onayını alması gerekir. Ruhsatlandırma süreleri normal koşullarda aylar hatta yıllar süren araştırma sonuçlarının detaylı incelenmesi ile tamamlanan bir süreçtir ancak pandemi, KBNR tehditleri ve biyoterorizm önlemleri gibi olağanüstü durumlarda uzun süren ruhsatlandırma süreçlerindeki gecikmenin halk sağlığına olumsuz etki yapabileceği öngörüldüğünden farklı ülkeler kendi toplumları için acil kullanım izini olarak bazı kolaylaştırıcı ve hızlandırıcı yasal düzenlemeleri kabul etmişlerdir. Ülkemizde BioNTech ve Sinovac aşıları ruhsat almış bulunmakta ve Sputnik V için de çalışmalar sürmektedir. Şimdi bu aşıları inceleyelim:

BioNTech :

Alman Biontech Şirketi, New York merkezli Pfizer ve Çinli ilaç üreticisi Fosun Pharma ile bir mRNA aşısı geliştirmek için işbirliğine girdi. mRNA aşısı kavramı bilim dünyasına 1990lı yıllarda girdi. Burada immün cevabı oluşturmak için geleneksel yöntemlerde yapılan virüsün zayıflatılmış veya ölü halini vermek yerine virüse taç (corona) görünümünü veren spike proteinini kodlayan mRNA bölgesi alınarak işe başlanıyor. Labaratuvar şartlarında sentetik olarak üretilen bu mRNA bölgesini enjekte edildiği kişinin hücreleri, bu genetik kodu kullanarak Spike proteini üretir ve bağışıklık sistemi bu proteinlere karşı hızla SARS-cov-2’ye karşı antikorlar ve virüse yanıt veren T hücreleri olarak adlandırılan bağışıklık hücreleri üretmeye başlar. Böylece normalde virüs spike proteiniyle vücut hücrelerimize tutunurken, bu aşı sayesinde immün yanıt hızla oluşabiliyor.

BioNTech ve Amerika menşeili Moderna aşısı bu teknoloji ile üretilmiştir. Bu aşıların en önemli avantajları hızlı bir şekilde üretilebilmeleridir. En büyük dezavantajı ise aşının saklanma koşulları. mRNA teknolojisiyle üretilen özellikle BioNTech aşısı soğuk zincir reaksiyonunun bozulmaması için -70°C’lere varan sıcaklıklarda saklanmalı. Aşağıda Harvard üniversitesinin hazırladığı videoda aşının çalışma şekli kısa bir animasyonla anlatılmış: www.youtube.com/watch?v=TbaCxIJ_VP4

Aşılama sonrası yan etkilere gelirsek genellikle yorgunluk, baş ağrısı, ateş, titreme, kas/eklem ağrısı, aşı uygulanan bölgede ağrı/kızarıklık/şişlik görülebilir. Çok düşük bir ihtimal de olsa tüm mRNA aşısı olanların içinden %2.2 oranında alerji gelişimi, %0.025 oranındaysa anaflaksi gelişmiştir. Anaflaktik şok geçiren kişilerin çoğunluğunda geçmişte alerji veya anaflaksi öyküsü vardır. Bu nedenle alerji öyküsü olan bireyler farklı aşılara yönelebilir.

mRNA aşıları genetiğimizi değiştirir mi?

Sosyal medyada mRNA aşılarının DNA’ya girerek insanın genetik yapısında değişimlere neden olduğuyla ilgili bir iddia bulunmakta. Ancak mRNA çekirdek zarını geçemediği için DNA dizisine ulaşması mümkün değildir. mRNA’ nın insan genomuna entegrasyon riski yoktur. İnsanlarda genom, hücrenin çekirdeğinde bulunur. mRNA sadece sitoplazmaya girebilir. Girdikten sonra, antijenin üretilmesini sağlar ve sonrasında parçalanır. mRNA, bir “gen parçası” değildir; dolayısıyl genoma girip de burada herhangi bir değişim yaratamaz. Konuyla ilgili Almanya’daki Paul-Ehrlich Federal Aşı ve Biyotıp Enstitüsü web sitesinde şöyle deniyor: RNA’nın DNA’ya entegrasyonu, başka birçok faktör olmakla birlikte, farklı kimyasal yapılar nedeniyle mümkün değildir. Ayrıca, aşılamadan sonra vücut hücreleri tarafından entegre edilen mRNA’nın, DNA’ya dönüştürüleceğine dair hiçbir kanıt da yok.” Dolayısıyla bu iddia asılsızdır.

RNA aşısı kanser yapar mı?

Konuyla ilgili bir diğer spekülasyonsa mRNA’ nın genomumuza girerek değişimler yaparak kanser oluşturacağı iddiası. Yukarda belirttiğimiz gibi RNA frajil bir yapıdadır ve çekirdek zarına giremez, sitoplazmada kalır. Bu iddia da asılsızdır.

Sinovac:

Çinli Sinovac firması tarafından geleneksel yöntemlerle üretilen Coronavac aşısı çocuk felci ve grip aşıları gibi, inaktif bir aşıdır. İnaktive (enfekte etme yeteneğini yitirmiş) SARSCoV2’yi insan vücuduna doğrudan enjekte ederek vücutta virüse karşı antikor üretiminin oluşumu sağlanır. Bu aşı güvenli olmakla birlikte üretim aşaması zordur.

Şu ana kadar yapılan çalışmalarda Sinovac’ın ağır hasta ve hastaneye yatış oranını neredeyse tamamen ortadan kaldırdığı görüldü. Ayrıca en önemli avantajı ise yıllardır kullanılan geleneksel yöntemlerle üretildiği için iyi güvenlik profili ve BioNTech’in aksine buzdolabında saklanabilmesi. Türkiye’de yapılan faz III çalışmasının ara değerlendirme sonuçlarına göre aşının etkinliği %91,25 olarak tespit edilmiştir.

Peki her iki aşı da neden iki doz yapılıyor?

Coronavirüse karşı üretilen tüm aşıların iki doz yapılması önerilmektedir. Çünkü ilk dozda antikor cevabı oluşturulmaya başlanırken ikinci dozda antikor cevabının düşmeden uzun süre immün yanıtın devam etmesi amaçlanır. Bu yüzden ilk dozdan ortalama 14-28 gün sonrasında ikinci doz aşının yapılması önemlidir.

                         Halk arasında aşılarla ilgili bir başka endişe ise aşının sağlıklı insanları covid yapacağı iddiası. Bu iddia da tamamen asılsızdır. Onaylanmış veya önerilen hiçbir Covid-19 aşısı, hastalığa sebep olan canlı virüsü içermez. Bunun anlamı, Covid-19 aşısı sizi Covid-19 hastası         yapamaz. Zaten temelde bu aşıların üretilme amacı hastalığı önlemektir.

Sputnik V:

Grip benzeri hastalık yapan bir virüsün (adenovirüs) vektör olarak kullanılarak genetik müdahale sonrası coronavirüs proteini ile desteklenerek insanda bağışıklık oluşturması amaçlanır. Bu viral vektör aşıları; Zika, Chikungunya gibi viral hastalıklara karşı uzun bir süredir faz III aşamasındaydı. Rus menşeili Sputnik aşısı ve Oxford Üniversitesi’nin ürettiği Astra-Zeneca aşısı bu sistemle çalışır. Aşıların içindeki mikroorganizmalar (adenovirüs vb) canlı olmakla birlikte, güçsüzleştirildiklerinden dolayı insanlarda hastalık yapamazlar. Bu viral vektör aşılarının iki tipi vardır. Hücreler içinde çoğalabilenler ve anahtar genleri devre dışı bırakıldığı için çoğalamayanlar. Sputnik V aşısı çoğalamayan viral vektör aşısıdır taşıyıcı virüsün kendisini kopyalamasını sağlayan genetik kodu pasifleştirilir ve böylece vektör virüs hücre içinde çoğalamaz. Uzun süreli bağışıklık için aşının tekrarlanması gerekir. Bu aşıların dezavantajı ise hâlihazırdaki bağışıklık sisteminin bu vektörleri tanıyabilmesi. Yani vücudun antijene değil de doğrudan vektöre tepki vermesiyle sonuçlanabiliyor. Bu da aşının etkinliğini düşürebiliyor.

Şu an ülkemizde ruhsatlandırması yapılan/yapılmakta olan aşılar bunlar. Birbirinden farklı teknolojilerde üretilmiş olsalar da finalde hepsinin yaptığı: antikor cevabı oluşturmak. Ülkemizde de birçok merkezde aşı çalışmalarında ciddi yol alınmış durumda. Bunlardan Ankara Üniversitesi’nde çalışmalarına devam edilen ve heyecanla takip ettiğim adenovirüs tabanlı prototip koronovirüs aşı üretimi projesinde Prof. Dr. Hakan Akbulut ve ekibi SARS-CoV-2 spike proteinini kodlayan gen parçalarını insan tip5 adenovirüsü DNA’sına rekombinant tekniklerle yerleştirilmesiyle oluşan canlı bir viral vektör aşısı tasarladılar. Ayrıca birçok farklı üniversitemizde de inaktif, protein temelli ve mRNA aşı çalışmalarına devam edilmekte. Umarım yapılan tüm bu çalışmalar sonuç verir; pandemi ve koronavirüs kelimeleri tarihin tozlu sayfalarında kaybolur.

Sözlerimi bitirirken maske-mesafe tedbirleri virüse maruz kalma ve virüsü diğer insanlara yayma riskimizi azaltsa da kesin çözüm olmadığını, hangi teknolojiyle üretilmiş olursa olsun salgını durdurmak ve eski normalimize dönmek için elimizdeki en güçlü silahın aşı olduğunu hatırlatmak istiyorum.

Rümeysa ARSLANTAŞ

Kaynakça:

İçimizdeki Yahudiyi Öldürmek

   Aslında nicedir mazlum coğrafyalarla ilgili bir yazı serisine başlamaya niyetim vardı. Ama bir türlü hangi coğrafyadan başlamam gerektiğine karar veremiyordum. Nasipte Filistin ile başlangıç yapmak varmış.

   Malum geçtiğimiz ay Ramazan ayıydı ve her sene özellikle bu ayda İsrail’in zulmü artar Müslümanların Mescid-i Aksaya girmeleri yasaklanır, hakları gasp edilir hatta daha da ileri gidilip masum sivil halka ateş açılır. Bunlarla ilgili haberleri izleriz, kınarız, lanetleriz ve daha sonra hiçbir şey yokmuş gibi hayatımıza geri döneriz. Çoğumuz doğal olarak şunu der “Ne yapabiliriz ki, biz öğrenciyiz gücümüz neye yeter?’’ Doğru ama belli ki kınamak ya da boykot etmek yetmiyor. Kendimi bildim bileli çevremde İsrail kınanıyor, malları boykot ediliyor, herkes kendi çapında bir şeyler yapmaya çalışıyor. Yanlış anlaşılmasın elbette bu da bir mesajdır, başkaldırıdır ve çok kıymetlidir. Ama sanki biz meseleye çok basit yaklaşıyoruz. Yok saymak, silip atmak, harcamak çok kolay. Mühim olan gerçeklerden kaçarak değil, dimdik durarak kazanabilmek bence. Mesela hepimiz için en doğru örnek olan Peygamber efendimizin Medine pazarını elinde tutan Yahudilere karşı tavrı boykot olmamış. Müslümanlara da kendi pazarlarını kurmayı emretmiş yani alternatif üretmiş. Bu örnekten hareketle biz de kendi seçeneklerimizi üretebilmeli, karşı duracaksak böyle durmalıyız diye düşünüyorum. Hadi her şeyi bir kenara bırakalım, gücümüz ekonomiyi, düzenin çarklarını değiştirmeye yetmiyor diyelim o halde kendimizden başlayalım biz de. İçimizdeki yahudiyi öldürelim mesela. Hadi dönüp kendimize bakalım. Yahudiler gibi mala, mülke, dünya hayatına düşkün müyüz? Ya da gerçekten liyakatli miyiz, hak edene hak ettiğini veriyor muyuz, yoksa kendi çıkarlarımız için başkasının hakkını gasp ediyor muyuz? Toprak için zulmeden İsrail’i kınarken, en basit makam mevki için bile bir başkasına zulmediyor muyuz? “Küçücük çocuğa nasıl yapılır bu ya, vicdana merhamete sığar mı?” derken bize yapılan en ufak bir hataya ne kadar merhamet gösteriyoruz? Kulağa basit geliyor ama dönüp kendimize baktığımızda o eleştirdiğimiz yahudilere ne kadar benziyoruz hiç düşündük mü gerçekten?  Belki de bizim sınavımız da budur içimizdeki yahudiyi öldürmektir. Her gün okuduğumuz o fatihaların sonunda Yahudilerin yolundan gitmeyi istemediğimizi belirtiyorsak ona göre davranmalıyız. Hatta İsrail’in fikir babası Theodor Herzl Hatıralar adlı kitabında ilk İsrail bayrağını tasarladığında bayrağın üstünde 7 yıldız olması gerektiğini belirtmiş. Böylece Yahudiler bayraklarına her baktıklarında her gün en az 7 saat çalışmaları gerektiğini hatırlayacaklarmış. Allah aşkına kaçımız kınadığımız İsrail’in önüne geçebilmek için her gün hakkını vererek en az 7 saat çalışıyoruz? Kınamak öyle sadece dille olmaz duruşumuzla, çalışmalarımızla, yüreğimizle, davranışlarımızla da kınadıklarımızdan ayrılmalıyız diye düşünüyorum.

   Unutmayalım ki Allah zaten nurunu tamamlayacaktır bize düşen görevimizi hakkıyla yerine getirmek ve yolda olmak. En nihayetinde zafer Allah’ındır, biz seferden sorumluyuz.

    Son olarak insanın düşmanını iyi tanıması gerektiğini düşünerek bir kitap önerisinde bulunmak istiyorum. Theodor Herzl’in İsrail devletinin kuruluşundaki çabalarını, hatıralarını bizzat kendi ağzından anlattığı bir kitap: Siyonizm’in ve İsrail’in kurucusu Theodor Herzl Hatıralar ve Sultan Abdülhamid.

                                                                                                                                     Senanur ARGIN

Sıla

Sarıldı mor atkısına. Yüzüne değen ve gözünü açamadığı her damlada daha çok sokuldu. Gözlerini de yere indirdi her zamanki gibi. İşte şimdi dünyasında, daha korunaklıydı.Gökyüzü mavinin o en dingin tonundaydı ve kızılla boyanmıştı. Etraf içinin sesini daha iyi duyabilsin diye biraz gürültülüydü bugün.

Devamını Oku

Ruh ve Çamur

“Hoşça bak zatına kim zübde-i âlemsin sen Merdüm-i dîde-i ekvân olan âdemsin sen”

Zübde, öz demektir. Bir şeyin en kıymetli varlığı. Tek başına, geri kalan her şey hiç olsa da yeten, varlığın üzerindeki tüm perdeler kaldırıldığında ulaşılan. İnsan kâinatın özü kılındı, onun özü ise kurutulmuş çamur ve Allah’ın ruhundan esintiler. Beden ve ruhla bir bütün olarak yaratıldı insan. Âlemler dürüldüğünde, kalan işte bu gerçek olacak. Her beden bunun üzerinden sınanmak üzere ruhla dirildi. Âdem bir bütün halinde Dünya’nın, yani diğer âlemlerin oyuncağı olan bu maddi varlık âleminin en şereflisi oldu. Eğer beden ruhla değerli kılınmazsa sahibini aşağıların aşağısına koyar. Çünkü beden Dünya’ya aittir. Burada değerlidir ama imanımız o ki ahirette yaşayan ruhtur. Madde gelip geçici görülen bir rüyadır. Yerin birkaç metre altındaki karanlık bir mezarda aniden uyanılır bu rüyadan. İlkin can bulduğunuz toprak bile ruhsuz bedeni çürütmeyi kollar. İnsanı şerefli kılan, uğruna cennette köşkler kurduran şey özünü bilmektir.

Devamını Oku

Ye Kürküm Ye

Düşüncelerini toparlayamıyordu. Daha fazla duramadı ayakta ve sandalyeye yığıldı. Etrafına bakındı, pencereden süzülen ay ışığı odayı aydınlatıyordu. Oda küçüktü, köşede bir yer yatağı hemen yanında çürümüş tahta parçalarının zorla benzemeye çalıştığı dolap duruyordu. Odanın küçüklüğü şaşırttı onu tekrar, başka eşya olup olmadığına bakındı. Üzerine oturduğu sandalye tam pencerenin önündeydi. Tam karşısında ortasından aşağıya doğru bir yarık uzanan kapı vardı. Sonra gözleri yavaşça aşağı kaydı ve üzerinde dağılmış bir kâğıt yığını olan masayı gördü. Yüzünün yandığını fark etti o an. Panikle elini yüzüne götürdü. İlk çıktığında yüzünü yakan bir sıcaklığı olsa da çok geçmeden soğuyordu gözyaşları. Yüzünde donduğunu hayal etti buruk bir gülümsemeyle ve yatağa geçti.

Devamını Oku

Adım Atmadan Önce

“Dünyaya geldiğimiz günden daha anlamlıdır neden dünyaya geldiğimizi anladığımız gün.”

-Mecit Ömür Öztürk

Devamını Oku
« Older posts