“Hoşça bak zatına kim zübde-i âlemsin sen Merdüm-i dîde-i ekvân olan âdemsin sen”

Zübde, öz demektir. Bir şeyin en kıymetli varlığı. Tek başına, geri kalan her şey hiç olsa da yeten, varlığın üzerindeki tüm perdeler kaldırıldığında ulaşılan. İnsan kâinatın özü kılındı, onun özü ise kurutulmuş çamur ve Allah’ın ruhundan esintiler. Beden ve ruhla bir bütün olarak yaratıldı insan. Âlemler dürüldüğünde, kalan işte bu gerçek olacak. Her beden bunun üzerinden sınanmak üzere ruhla dirildi. Âdem bir bütün halinde Dünya’nın, yani diğer âlemlerin oyuncağı olan bu maddi varlık âleminin en şereflisi oldu. Eğer beden ruhla değerli kılınmazsa sahibini aşağıların aşağısına koyar. Çünkü beden Dünya’ya aittir. Burada değerlidir ama imanımız o ki ahirette yaşayan ruhtur. Madde gelip geçici görülen bir rüyadır. Yerin birkaç metre altındaki karanlık bir mezarda aniden uyanılır bu rüyadan. İlkin can bulduğunuz toprak bile ruhsuz bedeni çürütmeyi kollar. İnsanı şerefli kılan, uğruna cennette köşkler kurduran şey özünü bilmektir.

Hem iyiliğin hem kötülüğün yeri vardır özde. İkisine de yönelmek için imkân verilmiştir. Ama asıl güç buna karar vermeyi sağlayan iradedir. Sonuçlarını ve şartlarını düşünerek yapacağınız eylemleri seçebilirsiniz. Zaten insanı mahlûkatın şereflisi kılan bu seçebiliyor olmak yetisi sayılmaz mı? Doğduğunuz andan itibaren önce aileden daha sonra çevreden, altını çizdiğiniz her cümleden doğru seçimin nasıl olduğunu öğrenerek büyürsünüz. İyilik ve kötülük önce ailede duyulur. Zamanımızda tüm şerlerin dağıtmak ve bireylerinin konumlarını sarsmak için uğraştığı aile. Aynı anda hem küçük bir insan hem de küçük bir toplum modeli olan aile dağıldığında ya da etkisiz hale geldiğinde insan savunmasız kalır. Doğruyu öğrenecek sağlam örnekleri olmayanın tökezlemesi daha muhtemeldir. Bu felakete toplum düzeyinde bakıldığında zararları da daha büyük ölçeklidir.

“İnsan kendinden çok uzaklara gitti ve artık haber alınamıyor ondan.”

Yani modern dünya insanı yalnızlaştırarak toplumu hedef alır. Bir topluluğa mensup olmayanlara herhangi bir fikri kabul ettirmek çok daha kolaydır. Günümüzde söyleyecek hiç söz edinmemiş, kanlı canlı gerçek bir dostu olmamış, maddeyi değil maneviyatı besleyen o samimiyetten bihaber, yığınla çocuk ve genç vardır. Üstelik toplumun ‘refah düzeyi yüksek’ diye nitelenen kısmında olmaları da şaşırtıcı olmaz. Artık huzuru tanımlamak için bile yalnızca maddeyi kullandığımız çağı bulduk. Oysa gerçek ve tam bir insan olmanın derdindekiler için huzur kalp tatminidir.

Günler hala yirmi dört saat, Dünya kurulduğundan beri böyleydi. Ama artık günü saniyelere de bölse yetiremiyor insan. Yalnızca düşünmek için ayrılan zamanın, kurcalanmış bir kafanın güzelliğinden habersiz. Hazır gıda kadar hazır düşünceler de zehirliyor insanı. Akıp giden her şeyin telaşından sıyrılıp kalbinin sesini dinlemek için vakti yok kimsenin. Dijital namluların ucunda insan olmak var artık. Yüzyıllarla gelen yüce duygular var. Yerlerine konan yapay çiçekler ve 4.5G teknoloji. Uyanık kalmak bile zor bu hengâmede. Merak her şeyin çıkış noktası ve fark etmek büyük bir adım. Kendine sen kimsin demek, bunlar ne böyle demek, yenilmek bile büyük marifet. Karanlıkta olduğunuzu bilmezseniz ışığı yakmazsınız. Ve bilinçli şekilde yolunu tayin edince gerçek bir karşı koymadadır insan. Gözleri kan çanağı, kalbi tamamıyla hüzün dolu -çünkü yalnız hüznü vardır kalbi olanın- rüzgârın ve yığınların aksi yönde ilerlemeye çalışmak; hayata anlam katan daha güçlü şey bilmiyorum. Böyle yaşamış olanlardan daha mert insan tanımıyor, daha dikenli, zor ama daha fazla iç huzuru vadeden yol görmüyorum.

Dünyayı değiştirmeye gücü yetmeyeceğini bilenlerin yolu dönmektir. Eve dönmek, şarkıya dönmek, kalbine dönmek.

“Hayat dört şeyle kaimdir, derdi babam

su ve ateş ve toprak. Ve rüzgâr.

ona kendimi sonradan ben ekledim

pişirilmiş çamurun zifiri korkusunu

ham yüreğin pütürlerini geçtim

gövdemi alemlere zerk ederek

var oldum kayrasıyla Var edenin

eşref-i mahlûkat

nedir bildim.”

Kendini kavramadan kimseyi kavrayamaz insan. Benin ne olduğunu bilmeyen seni anlamaktan acizdir. Önce kendiyle barışmalı, başkalarında nasıl yaşadığına bakmalıdır. Kendi olarak bir toplumda dirilen diğerlerine yönelir. Çünkü “İnsansız kaldığımızda ruhumuzun yırtılacağını biliyoruz.” Tüm girişimler bir merkezden köken alır ve önce yakın çevreye yayılır. Bir değişimi arzulayan bunu gönül bağı olanlarla gerçekleştirmeye çalışır. Mahlûkat, birlik olmaları nispetinde kuvvetlenir. Nasıl ki azıksız kalmak bedeni güçsüz düşürürse yoldaşsız kalmak da gönlü yorar, hırpalar. Kendini unutup yanındakinin derdine düşenler gereklidir. Ekmeğini bölüşecek, fikrini danışacaklar. Sonuçta birinin yanlışa düşmesi beşinin yanlışa düşmesinden daha muhtemel değil midir?

Her yenilgide elini uzatan, bir tebessümünün bir hoş sohbetinin gönlünü şen eylediği, insanların elinden ve dilinden emin olduğu bir yol arkadaşı, âdemin yeryüzündeki en büyük nasiplerindendir. Hepsi inanmış, Allah rızasına niyet etmiş insanlar bir araya gelip yola çıkmalıdırlar. Kendinden olanın kıymetini bilen ve diğerlerinden gelen kötülüğü bile iyilikle savmaya çalışan, yolculuğuna menfaatin zerresini sokmayan insanlar. Menfaat muhabbetin kurdudur, bereketsizliğin sebebidir. Ne kadar çaba harcasanız da bereket olmadan gayret kimseyi bir yere vardırmaz. Yolda olmak varmaktır. Özündeki çamura kul olan yolda kalamaz.

Her dönemin bir mağara ehli olmalı değil midir? Fitneler zamanlara göre yaratılmıştır ama fitnenin anlamı hep aynı; altını saflaştırmak için ateşte eritmek. Eğer hiçbir zaman sırtınıza vurulan yükün taşıyabileceğinizden fazlası olmayacağını bilirseniz, önü sonu bu dünyada yalnızca bedeninizi bırakacağınız cesaretini bulursanız ve sabır ticaretinin sonunda cenneti kazanacağınıza iman ederseniz, yıkılmazsınız. Ha yedi kişi ha elli kişi, yıkılmazsınız. Çünkü nice azınlıklar çoklarına galip gelmiştir. Sayının önünde de duran bir ruh vardır bu yüzden.

Emeklemeden yürünmeyeceği için gücünün yettiği yerden başlanır iş yapmaya. Hayal kurmak ne kadar güzel olursa olsun kırıklığı hep can yakar. O yüzden koca koca laflar etmenin çoğu zaman gerçeklikte yeri olmaz. Kusursuz şekilde planlanmış bir işin bile kusursuz gerçekleşeceğinin garantisi yoktur. Kıyamet kopuyor bile olsa o ağacı dikmeliyse, yarını gözetmek insanın işi değildir. Anın içinde kurtarabileceğinin peşinde olmalı, bunun sadece kendine iyilik olduğunu bilmelidir.

Burası Dünya. Burada işler genelde ters gider. Çiçekler solar, çehreler solar, renkler solar. Solmayan tek gerçek topraktır, özdür.

“Mutlak hükümranlık elinde olan Allah aşkındır, cömerttir ve O’nun her şeye gücü yeter. Hanginizin davranışça daha iyi olduğunu deneyerek göstermek için ölümü ve hayatı yaratan O’dur. O, güçlüdür, çok bağışlayıcıdır.” (Mülk Suresi 1,2)

İnsanlık derdinde olanın davranışlarını belirleyen anlayış iyiliktir. “Şunu yaptım ve ne oldu?” sorusunun cevabı değer yargılarınız çerçevesinde bakıldığında faydalı bir sonuç veriyorsa bu davranış iyilik olarak nitelenir. İnsan iyiliği ancak kendine eder. Kim ne toplarsa kendi kesesine koyar, kendi gönlünü ferahlatır, insanlığını yüceltir. Bugün iyilik yapan konumda olan yarın iyiliğe muhtaç hale gelebilir.  Allah’ın birinin sıkıntısını gidermek üzere başka birine ihtiyacı yoktur ama bunun için seçilmiş olmak da besbelli şükredilecek bir nimettir. Çünkü bırakın bir başkasını, çoğu zaman kendi derdine bile derman olmaktan aciz varlığın adıdır insan.

Herkesin isminin baş harfleri ACZ tutmaz belki ama herkesin kimliği budur.

“İyiler yeryüzünün talihiyse iyilik, yapanın talihidir.”

Başkaları için bir şeyler yapmaya çalışmak bu eylemin nesnesini de öznesini de iyileştirir. Kendinden başkalarının da yaşadığını bilmek, nasıl hikâyeleri olduğunu merak etmek toplum ve insan için bir erdemdir. Bir gün bir bankta otururken önünüzden alelade geçen her insanın ne dertleri olduğunu, her birinin çehresine neyin yansıdığını ve başlarından ne hevesler geçtiğini merak etmek hiç de boş bir uğraş değildir. Tefekkürün en güzel cüzlerinden biridir insanı okumak. Öyle ya bazen Dünya’da yalnızca kendisinin olduğu yanılgısına düşer insan. Bir gün sadece kendisine dert uğruyormuş gibi içerler, başka gün tek başına her şeye yeter olduğunu düşünür. Yeryüzünü geçtik kâinatta yalnız olmadığımız bile konuşulurken etrafa göz gezdirmek yaşamak için bir ihtiyaç bile olabilir. Ya da dört gözle bakmak daha doğru. Çünkü bir insana faydası dokunmak yalnızca hissedilebilen büyük bir mutluluktur.

İnandığını kendin yaşamadıkça kimseyi inandıramaz, kimseyi yaşatamazsın. Dolmaya, dinlemeye, öğrenmeye, düşünmeye kendinden başlamak gerekir. Hem birine yanlış öğretmenin, yanlış söyletmenin vicdani yükü de insanı buna yöneltir. Kim neyi yüceltiyorsa kokusu çevresinden yayılır önce. İsin yanında is, misin yanında mis ya hani. Davet nimettir, her adımı da çetin imtihanlarla doludur.

Verilen her nimet sınama vesilesidir. Aile, sağlık, servet ve nicesi. Varlığına şükrederek, yokluğuna sabrederek geçilen birer sınav. Eğer bir nimeti emanet almışsanız bilin ki bunu hak edecek kadar mükemmel bir kul olduğunuzdan değil. Bunu bilerek o nimeti verene şükretmek vefadır. İnananlar vefasızlıktan kaçınırlar çünkü tüm bağları koparan bir hançer gibidir. Diğerlerine vefada kusur etmemeye çabalayanın Rabbine vefasız olması düşünülemez. Nimet her neyse şükrü ona denk olmalıdır. Hakkını vererek yaşamakla nefes, yiyip içtiğine dikkat ederek sağlık, yapıp ettiğine dikkat ederek insan nimetine şükredilir. Hatta Allah’ın başını bile ağrıtmayacak kadar huzurundan kovduğu firavunu düşünerek baş ağrısına bile şükredilebilir.

İbadet imanın şükrüdür, dert edinmek uyanık kalabilmenin. ‘Alışmak ölümüne karşı’ denir ya, alışmak resmen bir ölüm. Bedenler için onca soylu ölüm varken ruhu öldürmek gerçek bir suç.

“İslam toplumu, sadece mazinin hatıraları arasında ele alınabilecek bir tarihi model değildir. Tersine o; bugünün ihtiyacı ve yarının emelidir.”

Gerçek kahramanları hep olmuştur Dünya’nın. Tüm kara parçalarında isimleri yankılanmış, yolları yoldaş bulmuş olan kahramanlar. O güzel adamlar güzel atlara binip gittiklerinde yeryüzü defterleri kapanmıştır. Geride kalanlar, alacak nefesi olanlar yollarını seçer. Bir yolu seçmek iyisiyle kötüsüyle bir geçmiş ve geleceğe dâhil olmaktır.

“…yılgı yanımıza yanaşamazken

bizi kıvıl kıvıl bekliyorken hayat

yıkılmak elinde mi?

Boşuna mı sokuldu bankalara

petrol borularına kundak

kurşun işçinin boynunu boşuna mı örseledi

varsın zindanların uğultusu vursun kulaklarımıza

yaşamak

bizimçün dokunaklı bir şarkı değil ki.”

İnananlar bu dünyada yıkılmazlar ve ahiret zaten onların yurdudur. Yani inananlar hiç yıkılmamışlardır. Bu dünyanın aksine hikâye ölümle bitmez, başlar. Tarihte kızgın demirlerle vücutları dağlananlar ve tekerrürü gereği hala da bedenleri zulme konu olanlar yıkılmıyorken, Dünya’nın geri kalanı yıkılsa da, boşverin zaten.

“Zulüm; kısmak istediği sesi nara yapar ve bazı ölüler, yaşayanlardan daha yüksek sesle konuşur.”

Çiçekler her yerde aynı renk açmaz, her yerde açan çiçekler de eşsiz taltiflere muhatap olmaz. Bir yanında arzın, ne emekler verildi çiçeklere. Aynı arzın öbür yanında ne çiçekler solduruldu. Ve birileri kendileri dışında kimsenin yaşam hakkı olmadığını düşünecek kadar kör bir halde işlediler bu cürümleri. İşlemeye de devam ediyorlar. Dokunmayın, vakitleri varken toplasınlar odunlarını. Siz, bu eşitsizliğe en az bir roman kadar normalmiş gibi bakıp geçenleri gözleyin. Gün gelir onları uyandırmamaktan sorulursunuz, kalbinizi kor eylememekten, soylu bir kine sahip olmamaktan. Karınca misali İbrahim’e su taşımaya bakın. Çabanız sonuç vermese de tarafınız belli olsun. Çünkü zaten buranın düzeni budur, adaleti bu. Zulüm buranın mahsulüdür. Gelenler amma öyle amma böyle birer ikişer gider, diğerleri onların yerine geçer. Ne zalimi biter bu memleketin ne mazlumu. Öte tarafın adaleti insana kalmayacak kadar yücedir.

Geçmişi ve toprağıyla gurur duyan, gözünü geleceğe dikerek şimdiyi inşa edenler hep olacaktır. İçini düzeltmenin, bir adım ötede durmanın, biraz daha sesini duyurmanın derdinde olanlar hiç yalnız değildirler. Kimse hiç yalnız olmaz ama onların kuvvetleri özlerinden gelir. Yeryüzünü kuran tarafından kollanır, yardım görürler. Seslerini duyuran O’dur. Yeter ki niyetlerini temiz tutsunlar. Yeter ki derdinde olsunlar.

Amellerin özü niyet ve üsluptur. Ruh ve çamur gibi. Neden ve nasıl söylediğiniz. Niyeti tek başına temiz tutmak zor olduğu gibi üslubun doğrusunu bulmak da tek başına zordur.

Yaptım sanırken bozmak yaygındır hatta bu diyarda. Oysa insana, kime ne faydan dokunursa unut, başa kakmaktan sakın ve kendini bir şey sanma diye öğretilmiştir. Hem zaten birinin bedeninde bir yara sarıp gönlünde bir yara açmışsanız; bir derdi dindirip yeni bir dert sahibi etmişseniz bunda iyilikten çok kötülük olduğu belli değil mi? İyilikle söylemeyenin, tevazuuyla perdelenmiş gizli kibir sahibinin sözü eziyettir. Öz olmadan söz anlamı yitirir. Samimiyet ve ihlas olmadıkça dünyanın en güzel sözü de olsa duyulmaz.

Ve unutmayın ki Dünya’ya haykıracak sözleriniz ne kadar kıymetli de olsa ne kadar muazzam da söyleseniz birileri hiç duymayacak. Duyanlar da duymayanlar da; söyleyenler de susanlar da geçecek. Bâki kalan ne mi olacak? Dalgalar kayalara her çarptığında, güneş her doğup battığında, kuşlar her öttüğünde, doğa her dirildiğinde yinelenen hoş bir sadâ.

“Ey oğul!

İstediğin kadar yaşa, nasıl olsa bir gün öleceksin…

Dilediğini sev, nasıl olsa bir gün ayrılacaksın…

İstediğini yap, nasıl olsa bir gün hesabını vereceksin…”

D.B