Düşüncelerini toparlayamıyordu. Daha fazla duramadı ayakta ve sandalyeye yığıldı. Etrafına bakındı, pencereden süzülen ay ışığı odayı aydınlatıyordu. Oda küçüktü, köşede bir yer yatağı hemen yanında çürümüş tahta parçalarının zorla benzemeye çalıştığı dolap duruyordu. Odanın küçüklüğü şaşırttı onu tekrar, başka eşya olup olmadığına bakındı. Üzerine oturduğu sandalye tam pencerenin önündeydi. Tam karşısında ortasından aşağıya doğru bir yarık uzanan kapı vardı. Sonra gözleri yavaşça aşağı kaydı ve üzerinde dağılmış bir kâğıt yığını olan masayı gördü. Yüzünün yandığını fark etti o an. Panikle elini yüzüne götürdü. İlk çıktığında yüzünü yakan bir sıcaklığı olsa da çok geçmeden soğuyordu gözyaşları. Yüzünde donduğunu hayal etti buruk bir gülümsemeyle ve yatağa geçti.
Etrafta yoğun bir uğultu vardı, doğruldu yatakta ve sesleri anlamaya çalıştı. Pazar kurulmuş olması vaktin geldiğine işaretti. Yataktan kalktı ve dışarıda pansiyonun ortak lavabosuna gitti. Bir an önce üzerini değiştirip yola koyulması gerekliydi. Kendine kalabalık ortamlardan olabildiğince uzak bir güzergâh belirlemişti. Yolu pek uzun sayılmazdı fakat acele etmezse kalabalık içinde sürüklenebilirdi, dünü tekrar yaşamak istemiyordu.
Elinde yazdığı başka bir hikayenin kopyası ile birlikte 17. kez aynı binaya doğru yol almaya başladı. Yol sakindi ve bu onun kafasında cümleleri toparlamasını sağlıyordu. Dergi binasının önüne geldiğinde derin bir nefes aldı ve içeri girdi. Bu sefer olacaktı. Kendinden emin adımlarla sekreterliğe yürüdü.
– İyi günler Zehra Hanım. Dergi için yazı bırakacaktım.
Her zamanki gibi yine onu süzmüştü. Bu hareketine anlam veremiyordu asla, artık tanışık sayılırlardı.
– İyi günler. Masanın üzerine bırakın, ben onları editöre iletirim.
– İzninizle editöre kendim iletmek istiyorum. Onunla yazdığım hikayem hakkında konuşacaktım.
Kadın önündeki işine döndü. Bu hareket üzerine afalladı. Kabul etmiş miydi yani görüşmeyi, editörle konuşabilecek miydi?
– Peki ne zaman gelir editör? Beklerim tabii akşama kadar ama heyecanımı bastırabilmek için sordum.
– Lütfen elinizdekileri masaya bırakın, biz size döneriz.
Bu cümle onun sinirlerini gerdi, sesi hafifçe yükselmeye başladı. Gözleri yaşlanmıştı.
– Bakın hanımefendi, ben buraya daha önce 16 kez geldim ama hiçbirine dönüş yapılmadı ve…
– Masaya bırakırsanız incelemeye alınacaktır.
Cümlenin sonlarını duyamadı pek, başlamıştı yine o uğultu. Kapıya yöneldi. Gözleri artık taşıyamıyordu öfkesini, süzüldü ardı arkasına yaşlar. Çıkışta bir hışımla çöpe attı elindekileri ve koşar adımlarla uzaklaştı binadan. Düşüncelerini toparlayamadığından ne yöne gittiğini de bilmiyordu ama etrafı kalabalıktı. Kim bilir ne zaman sıyrılacaktı bu kargaşadan!
Eve vardığında karanlığın çökmesine 2 saat kalmıştı. En azından karanlık çökmeden bulabilmişim yolu diyerek dalga geçti kendisiyle. Karnını doyurdu ve yazı masasının başına geçti. Hikayelerini baştan okumaya karar verdi, ne eksik görmeliydi. 5 hikaye sonrasında böyle ilerleyemediğini fark etti. Kendisini dıştan bir gözün değerlendirmesi gerekiyordu elbette. Bu yüzden dergiye yazı göndermekte bu kadar ısrar ediyordu. Dergiden cevap gelmemesine tahammülsüzlüğü de zaman ilerledikçe artıyordu. Peki illa editör mü onu değerlendirebilirdi? Acaba kendisini değerlendirecek kişi herhangi birisi olabilir miydi, onu her okuyan anlayabilir miydi? Düşünceli bir vaziyette pansiyonun bahçesine çıktı.
Akşam güneşiyle bir başka göründü gözüne bahçe, kasvetli ama bir o kadar da güzel, bakımsız belki ama kullanışlı diyebileceğiniz bir düzene sahipti. 10 oda gurubunun yuvarlak bir bahçe etrafına yerleşimi şeklindeydi düzen. Bu odalardan birisi tuvalet olarak kullanılıyordu. En ortada küçük bir kulübe vardı ve burada pansiyon sahibi kalıyordu. Etrafa bakınırken yanına yaklaşan pansiyon sahibini gördü ve selam verdi.
– Hikaye mi okumaya çıktınız bahçeye? Ama biraz geç kaldınız, az kaldı gözleriniz fark etmez yazıları. Ama içeriye ayın ışığı vuruyor olmalı biraz orada devam edebilirsiniz. Elektrik için konuştum ama hâlâ bir gelişme olmadı.
– Hayır, ben hava almaya çıkmıştım biraz. Elimde kalmış kâğıtlar.
– Ben de severdim okumayı önceden, gazeteleri özellikle. Ama şimdilerde pek vakit bulamıyorum. Malum pansiyon işleri bilirsiniz.
Kadının ne yaptığını düşündü, vaktini alabilecek işleri saymaya çalıştı. Tuvaleti temizleyen kadını daha önce görmüştü, o değildi. Yemek de yapmıyordu çünkü fiyat iki katına çıkıyordu ve lezzeti o kadar da yoktu. Bu yüzden kalanlardan hiçbiri yemek de talep etmiyordu. Düşüncelere dalınca etrafındakileri unuttuğu için kadının sesiyle kendine geldi.
– Elinizdeki yazıya bir göz atabilir miyim?
– Tabii buyurun Hatice Hanım.
Dikkatle onun okumasını izledi. Yüz ifadesinden bir şeyler çıkarmaya çalışıyordu. Kadın okumasını bitirdi ve duraksadı.
– Devamı?
– Yok. Bu kadar bu hikaye.
– Biraz daha uzun yazsaymış daha da güzel olabilirmiş aslında. Bir de sonu eksik sanki. Kimin bu, yarım hikayeler mi moda oldu şimdi?
– Aslında sonu eksik değil, yani biraz okuyucuya bırakılmış gibi düşünebiliriz. Ve benim.
– Sizin mi?
Sessizlik. Kadın ne söyleyeceğini düşünüyor olmalıydı.
– Dediğim gibi gazeteleri çok okurdum o yüzden pek de anlamam hikayelerden falan. Fakat şunu söylemeden edemeyeceğim, hiç yazar gibi durmuyorsunuz. Yani ben bu yazıyı sizin yazdığınızı bilseydim belki okumayabilirdim. Çok şeysiniz… Yani… Pas…
– Bakımsız?
– Evet! Bakımsız. Yani ben sizin güzel yazıyı bırakın bir şeyler yazabileceğinize inanmazdım. Tabii bilen kişi daha farklı olur belki. Neyse, karanlık çöktü, iyi akşamlar.
– İyi akşamlar.
İçeri girdiğinde kafası hâlâ soru işaretleriyle doluydu ama bazı sorulara cevap bulduğunu hissediyordu. Dış görünüşün ilk izlenim için önemli olduğunu elbette biliyordu fakat orada yazılarının önemli olması gerekirdi, sonuçta kimin ne getirdiğini editör görmüyordu. Acaba girişteki bayan mı kendisinden bahsediyor diye düşündü fakat bunu niye yapabileceğine dair mantıklı bir neden bulamadı. Editörü görse bir kere de olsa her şey daha farklı olabilirdi aslında ama nasıl yapacaktı bunu?
Etraf sessizliğe bürünmüştü iyice ve o hâlâ bir çıkış yolu aramakla meşguldü. Önünü kesmeyi düşündü fakat kimin önünü keseceğini bile bilmiyordu, belki daha önce çok kez karşılaşmışlardı. Bu ihtimal onun daha çok canını sıktı. Birden ayaklandı ve saatin kaç olduğunun farkına varamayacak bir çabuklukla pansiyon sahibinin kapısını çaldı. Ses gelmeyince ikinci kez vurdu ve tam da o anda aklına saat geldi. Utana sıkıla geri dönmeye hazırlanırken kapı açıldı.
– Hatice Hanım, saatin geç olduğunu unutmuşum kusura bakmayın. Rahatsız ettim sizi gece gece. Hemen dönüyorum sabah uğrarım size.
– Ah! Uyandım artık söyleyin de boş yere uyanmış olmayayım.
Bu sözlerin üzerine daha da utandı ama kadının vaktini fazla almamak için söze girdi.
– Sabah söylediklerinizi düşündüm. Ben bugün 17. kez dergiye hikaye vermeye gittim. Okuduğunuzu değil sadece daha ondan bir sürü var. Götürdüm ama bana bir geri dönüş yapmadılar hiçbir zaman. Aralarında iyi olmayanlar vardır illa ben sevilsin diye demiyorum elbette. Kabul etmediklerini bildiren ve neden kabul etmediklerini belirten bir dönüş yaparlar normalde. Benim o eleştiriye, bir dış göze ihtiyacım var.
Kadının mimiklerinden artık cümlesini bitirmesi gerektiğini anlamıştı ve kısaca toparlamaya çalıştı.
– Size görüşmede giymem gereken kıyafetlerin özelliğini soracaktım. Yani beni nasıl görseniz yazar derdiniz?
Bir süre anlamsız bakışlarla bekleyen kadın hiçbir şey demeden içeri geçti. İçerden ses geliyordu. 5 dakika kadar sonra elinde bir poşetle geldi ve ona uzattı.
– Çok teşekkürler Hatice Hanım, görüşme sonrasında size getireceğim.
– Gerek yok, benim değil zaten. Pansiyonda kalan misafirlerin unuttukları eşyalardan birisi. Normalde çok işe yarayacak şeyler kalmaz ama nadir de olsa birkaç parça kalıyor işte bunun gibi. Yani geri getirme. İyi geceler ve bir derdiniz olduğunda daha makul bir zamanda gelin!
– Peki, tekrar çok özür dilerim ve teşekkür ederim.
Kadın sözlerinin bitmesini beklemeden kapıyı kapatmıştı. Odasına döndü ve yarın kuracağı cümleleri tasarlamaya başladı.
Sabah yine aynı şekilde yola koyuldu. Dergi binasının önüne geldiğinde az kalsın vazgeçmek üzereydi. Ona göre bu dış görünüşün önemli olması saçmalık ötesiydi. Kıyafetleri yazmıyordu sonuçta bu hikayeleri niye onlara takılıyorlardı? Sonucu merak ettiği için derin bir nefes alarak kapıdan içeri girdi. Yine aynı şekilde emin adımlarla ilerledi sekreterin masasına.
– İyi günler Zehra Hanım. Dergi için yazı bırakacaktım.
– Tabii, ben alayım hemen. İlk defa mı geliyorsunuz dergimize? Daha önce başka dergiye de yazdınız mı yani onu merak etmiştim de.
Kısa bir sessizlik oluştu. Anlam verememişti bu olaya. Daha önce 17 kez karşılaştıkları ve ismini bir kez bile sormamış olan sekreter onun diğer dergilere yazıp yazmadığını sorguluyordu. Yüzündeki anlamsız ifadeden dolayı sekreter kendisini açıklama gereği duydu.
– Tecrübeli bir yazara benziyorsunuz ve sizi daha önce burada görmedim o yüzden sormuştum kusuruma bakmayın. İsminizi alabilir miyim?
Ah, süper! Sonunda ismini sordu. Şu an olanlar onu sevindirmişti çünkü yazısı karşısında kadının tavrı çok hoşuna gitmişti. Ama bu sevinç buruk bir sevinçti çünkü ilgi görenin yazısı olmadığı elbette çok ortadaydı.
– Cahit. Daha önce başka bir dergiye yazımı göndermedim, bu ilk olacak. Güzel düşünceleriniz için teşekkürler.
– Eminim çok kaliteli yazılarınız vardır. Siz şöyle oturun ben okuyup hemen cevabı size söyleyeyim.
– Nasıl yani? Editör?
– Ben kendimi tanıtmadım doğru, ben Zehra Dikmen. Derginin editörüyüm. Sekreterimiz doğum iznine ayrıldı yerine de yeni birisini bulmakla uğraşmamak için ben bakıyordum. İşleri nasıl yetiştiriyorsunuz diye sorabilirsiniz fakat çok kayda değer yazılar gelmiyor.
– Gelen tüm yazıları okuyor musunuz?
– Tabii ki özenle çalışıyoruz. Bir tane bile harika yazılmış hikayeyi kaçırmak istemem.
– Peki, sizi bekliyorum kolay gelsin, ben şurada kenarda beklerim sizi.
Kafası karmakarışık olmuş bir halde kenarda beklemeye başladı. Daha önce 4 kez getirmiş olduğu yazısını getirmişti yine. Cevap belliydi aslında neden okumasını beklediğine anlam verememişti kendisi de.
10 dakika kadar sonra editör geldi yanına, yüzünde kocaman bir gülümseme gözlerinde ışıklar…
– Başka hikayeleriniz de var mı? Lütfen olsun. Ben bu üslubu daha önce çok az yerde okuyabildim gerçekten.
– Evet, çoklar.
– Bu yazı üzerine çok uzun konuşmak isterim eğer size de uygunsa bir akşam. Ve eğer yine sizin için sakıncası yoksa diğer hikayelerinizi de görmek isterim. Harika olduklarından eminim. Böylesini okumayı özlemişiz.
– Tabii, olur getiririm.
Kelimeler ağzından dökülemiyordu. Zaman geçtikçe gerçek daha bir yüzeye çıkmıştı sanki.
– Siz biraz fazla yorgunsunuz sanırım ben sizi fazla tutmayayım. Soluk da görünüyorsunuz.
– Evet, gitsem iyi olacak. İyi günler Zehra Hanım.
Zaman ve mekan kavramını yitirmiş vaziyette çıktı yola, düşünceleri onu nereye götürüyor bilmiyordu ama şu an onu önemsemeyecek kadar meşguldü. Ne olduğuna anlam veremedi ilk. Niye ilk 4 okumada kabul edilmeyen yazı şimdi kabul edilmişti? Zehra Hanım iyi gününde olabilirdi. İlk defa! Kabullenemiyordu kıyafetinin yazıyı kabul ettirmiş olmasını. Önemli olan üsluptu ve çok da kibar yaklaşmıştı ona. Son zamanlarda sinirleri gerildiği için biraz sert konuşmuş olabilirdi ama yine de her zaman saygısını korumuştu. Ama bunun bir önemi yoktu, zaten kendisini tanımamıştı. Öncesinde uzun uzun konuşup derdini anlatmaya çalıştığı kadın onunla ilk defa tanışıyormuş gibiydi. Karşısında yabancı bir surat belirdi aniden.
– Bir şey mi ekleyecektiniz acaba?
Dergi binasından çıkmamış mıydı? Karşısında Zehra Hanım duruyordu.
– Evet!
Bu şiddetli evet karşısında kadın irkildi. Bunu fark edince ne diyeceğini bilemedi ve aklına ilk geleni söyledi.
– Yeni bir hikaye… Evet yenisine başlıyorum. Çok seveceksiniz eminim.
– Ben de eminim çok güzel olacaktır.
Niye bu konuyu açtığını bilmiyordu, yine çok düşünmeden aklından ilk geçenleri söyledi.
– Yarın akşam size getiririm.
– Yarın, tabii!
İyi günler diledi ve ayrıldı oradan. Ne yaşadığında emin değildi ama doğru şeyler olmadığını biliyordu. Dış görünüş fikirlerimizin değerini etkilememeliydi. Sonuçta yazı aynıydı, değişen bir şey yoktu. Belki de önceki getirdiğinde okumamışlardı bile. İçi öfkeyle doldu, bunun acısını çıkarmalıydı ama bağırıp ortalığı ayağa kaldırarak değil. Kendisine yakışan bir şekilde, kalemiyle cevap vermeliydi onlara.
Eve geldiği gibi yazı masasının başına oturdu, döktü içini hatta bazı yerlerde dramatize bile etti durumu. Hikayesinin sonuna gelmişti artık, vurucu birkaç cümlesi kaldı. Durdu. Olmadı. Sonu bir türlü istediği vuruculukta olmuyordu. Çıkmaza girmişti kalemi ilk defa. Gelmiyordu o son.
Uyumayı denedi, dışarı çıkıp hava aldı, eski hikayelerini gözden geçirdi. İstediği şey yoktu. Yine bir dış göze ihtiyacı vardı, bu seferki pansiyon sahibi olamazdı tabii. Dalgın bir vaziyette çıktı sokağa dolaşırken kendini bir evin önünde buldu, Necip Hoca’nın evi. Oturdu merdivenlere, bekledi öylece. Kaç saat geçtiğinin farkında değildi, birisi seslendi ona.
– Cahit, geleceğini biliyordum ama erken oldu sanki biraz evlat. Gel girelim içeri.
Anlamayan gözlerle baktı hocasına, niye bekliyordu? Geleceğini kendisi bile bilmezken, o nereden biliyordu?
– Erken geldim? Ben döneyim madem.
Hocası tuttu onun kolundan, kapıya yöneltti.
– Haydi, gel içeri evlat ben de çaya yoldaş arıyordum. Hem bana neler yapıyorsun onlardan bahsedersin. En son gezeceğim dedin bir gittin 3 yıldır yoksun. Ben dönmeyeceğini düşünmüştüm, evi de satmışsın. Nerde kalıyorsun bakalım? Kalıcı mısın burada?
– Evet hocam. Kalmaya geldim ama henüz yerleşemedim. Şehrin biraz dışında pansiyonda kalıyorum şimdilik.
– Anladım. Gel, geç otur şöyle. E peki ev konusunu ne yapacaksın, bakıyor musun?
– Şu an hayır aslında. İlgilendiğim başka bir konu var. Beni size getiren de bu.
– Hemen çay koyup geliyorum.
Nerden başlayacağını bilmiyordu ama hocasını onu anlardı. Zaten geleceğini de biliyorum dedi, onun derdini de anlayabilirdi sonuçta.
– Al bakalım çayımı özlemişsindir. Evet dinliyorum seni evlat.
İlk bir iki dakika kesik kesik konuşsa da sonrasında olayları anlattı. Hocası söylediklerine şaşırmadı hatta biliyormuş gibi tepkiler verdi.
– Peki evlat sence sorun neydi?
– Öncekilerde okumamış olabilirler diye düşündüm ama çok saçma geldi bu fikir. Kıyafetime bakarak yazımın notunu vermeleri sizce de saçma değil mi?
– Yok, ben tanıyorum editörü okuduklarını da biliyorum.
– Nasıl yani? O zaman sadece kıyafetim yüzünden mi… Ama üslup… Yazıda şekil değil fikir… Ki bu yazının şekli bile değil! Anlayamıyorum.
– Üslup evlat.
– Evet! Ben gayet kibar davranmıştım zaten, kelimelerimi özenle seçmiştim. Yazıda da problem yok, varsa niye seçsinler?
– Üslup nedir anlat bakalım bana.
– Anlatmak istediğimizi nasıl anlattığımız? Ama ben gerçekten özenle seçtim kelimelerimi.
– Üslup sadece sözle mi olur? Anlatanın sadece ağzından çıkan kelimeler mi bizi etkiler?
Necip Hoca duraksadı. En basit örneği bulmaya çalışıyordu.
– Mesela okulda ben takım elbisemi giymemiş olsam, gündelik kıyafetlerle gelsem, beni ne derecede dinlerdiniz? Anlattıklarımla mı ilgilenirdiniz yoksa kıyafetimle mi?
– Hocam sizi…
– Biliyorum vereceğin cevabı. Beni hiç tanımıyorsunuz ve ilk dersimiz. Ben karşınızda çok da özenmediğim bir kıyafetle gelsem?
Kısa bir sessizlik…
– Çok da dinlemeyiz aslında düşündüğümüzde. Ama benim de karşı çıktığım bu işte hocam! Bir insanın fikirleri ve onu ifade etme şekli yeterli düzendeyse neden onun dış görünüşünü de işin içine katalım.
– Yeterli mi? O zaman kendini ifade edemeyen şık giyinsin gibi bir şey çıkaralım mı buradan?
Böyle demek istememişti elbette ama düşününce bu da çıkıyordu söylediklerinden. Necip Hoca ayaklandı ve bardakları aldı.
– Ben çayları tazeleyeyim, sen de o sıra düşün bakalım.
Üslup! 3 yıllık gezisinde birçok olayla karşılaşmıştı. İki adamın çarpışmaları geldi aklına. Bakımsız bir adam yerde oturmuş elinde bir kitapla güneşin altında keyif yapıyordu. Uzaktan şık giyimli başka bir adam etrafına çarpa çarpa diğer adamın olduğu yöne doğru geliyordu. Şık giyimli adam diğerinin yanından geçerken ayağı ona takıldı ve yere düştü. Herkes etrafına toplanıp iyi olup olmadığını sordu ona. Adam iyi olduğunu fakat kendisinin parasının çalındığını söyleyince kimse olayın devamını dinlemeden yerde yatan diğer adama kötü sözler etmeye başlamışlardı. Bakımsız adam kendisini anlatmaya çalışmıştı ama kimse dinlememişti. Acaba Zehra Hanım da onu bakımsız haliyle dinlememiş miydi gerçekten? Bağrışmaların arasına şık giyimli olan adam girdi. Kendisinin parasının çok ileride bir yerde çalındığını ve yerde oturan adamın bunlarla ilgisinin olmadığını anlatmıştı. Olay açığa kavuşmuştu ama kimse o adamdan özür dilememişti. Her şeye rağmen adam tüm bu suçlu cümlelerin karşısında nazik ve seviyeli konuşmuştu. Evet, kendisinin durumu bundan çok farklıydı ama iki olayda da asıl mesele aynıydı. Zehra Hanım onu bunca zamandır dinlememişti. Kendisine ev baktığından bahsetmişti, düzenini tam kuramamıştı şu an, eşyalarını arkadan gönderecekti bir arkadaşı… Birçok şey söylemişti ona, dinlediğini düşünmüştü. Kelimelerini özenle seçmişti elbette ama onu duyan yoktu işte!
Hızla kalktı koltuktan, odadan çıkarken az daha hocasına çarpıyordu.
– Hocam sanırım artık hikayemi bitirebilirim! Geleceğim tekrar!
– Biliyorum evlat.
Hocasının son cümlesinin bitmesini beklememişti bile! Koşar adımlarla eve doğru yola çıktı. Uzun zaman sonra düşünceleri bu derece berraktı. Fikirleri çok değerliydi evet ama onları insanlara sunması da o derece önemliydi ve bu sunuş sadece kelimelerle olmuyordu. Üslup sadece sözle veya davranışla olan bir şey değildi. Anlattığı şeylerin güzelliğine bakarken anlatanın önemini es geçmişti.
Eve geldiğinde masanın başına oturdu hemen. Hikayesi başka bir yöne gidiyordu şimdi. Üslup sadece kelimelere ait olmamalıydı ve o bunu hikayesiyle herkese anlatacaktı. Derin bir nefes aldı ve kalemi elinden bıraktı.
– Bitti.
Fadime KAYNAK