Sevmek, sevilmek, beğenmek, hoşlanmak… Kulağa hoş gelen oldukça nahif kelimeler. Duyunca gönlü zarif insanları mutluluğa çağıran, bir bahar sevinci yaşatan, hafiften esen bir meltem gibi güzelleştiren sözcükler bunlar. Acaba sevgi denilince kırmızı bir kalbi çağrıştırdığından mıdır ki bunca neşe, hareket ve zariflik. Oysa korkulu rüyalar değil midir dolaşım sistemindeki kalbin fizyolojisi. Sahi nedir bunları birbirinden ayıran temel özellik?
Şair diyor ya: “İnsan sevmeli; bazen bir insanı, yahut da bir ağacı, ya da kanadı kırık bir kuşu… Zaten sevmezse insan, insan mı olur?” diye. O halde insan olmanın en temel şartı mıdır sevmek? Bunca kan, gözyaşı, zülüm varken bile mi? Sevmeli mi insan en yaralı haliyle, kalbindeki sızılar ile?
Sevgi koyarlar bazen bir kızın adını. Henüz bebekken ismiyle hemhal olsun, kalbi yumuşasın diye midir ki? Sevmeyi öğrensin, ismini yaşasın ve yaşatsın diye mi? Peki yaşayamayacak mı adı Sevgi olmayan canlar, can ile atan kalpler?
Yaşam, yaşamak… Nedir ki? Dudaklar arasından çıkan birkaç hece, birkaç harf mi sadece? Bu kadar basit ve kolay mı söylenmeli? Gözlerimizi açtığımızda başlayıp, kapanınca son bulacak bir gidişattan mı ibaret? Yaşamak, sevmek, bu hayatta yol almak, nefes almak, bir gidişat içinde olmak. Nedir ki bunlar, nedir ve ne olmalıdır?
Anne rahmine bir damlacık düştü. Hayat denen şey yaşamaktan ibaretse orada can buldu, orada yaşamak ve yaşamamak arasında mücadelede bulundu. İlk mücadelesi değil midir canlıların rahimde tutunabilme çabası? İlk mücadele değil midir annenin rahminde bir vücut haline gelebilmek? İnsan olma mücadelesi değil midir hepsi? Ne için peki? Sadece anne rahminden ayrılıp bu dünyaya gözlerini açmak, herkeste gördüğü gibi yaşama tutunmaya çalışmak, büyümek, sınavlara girmek, iş sahibi olmak, evlenmek, biraz daha yaşayıp emekliliğe ayrılmak ve ölümü beklemek gün sayarken… Bu mudur yaşam dedikleri iki heceden oluşan, dudaklardan yayılan?.. Sevmek, sevilmek nerededir hayatın?
Embriyo idi, fetüs oldu. Yalnız yaşıyordu orada. Sonra gözlerini tekrar açtı ki onu seven koca yürekli annesini gördü kollarıyla sıcacık saran. Babası, nenesi, dedesi, teyzesi, dayısı, amcası… Daha nicesi. Çok seviyorlardı onu. Sevilmeyi tattı minik bebek ve sevilmek hoşuna da gitmişti. Peki sevmek nasıl bir şeydi? Annesi onu koşulsuz seviyordu, babası koşulsuz kolluyordu minik bebeğini. Henüz minicikti. Nasıl koşulsuz olmasındı ki sevgileri? Yaş almaya başladıkça sorumlulukları arttı ve artık minik bir bebekten çocukluğa kavuştu. Anneciği hala onu çok seviyor ve onun için mücadele ediyordu. Demek ki azalmıyordu sevgi denen şey. Küçük bir kuzuları vardı bahçede. Tıpkı kendisi gibi küçüktü. Küçük çocuğumuz her gün kuzusu için ot getiriyor, tarıyordu vücudunu. Yoksa sevmek bu muydu? Bahar geldiğinde papatyalar ile sohbet ediyor, onları asla koparamıyordu. Sevmek bu muydu? Biraz daha büyüdü ve artık genç bir kız oldu. Arkadaşlarıyla muhabbet ederken düşünüyor ve onları kırmaktan endişe ediyordu. Onlar ile sevdiği yiyecekleri paylaşıyor, zaman zaman hediyeler alıyordu. Çünkü onları da seviyordu ve hala annesi de seviyordu bu genç kızı. Peki bu kadar sevgi nereye sığıyordu diyordu genç kız içinden. Beni her sabah uyandıran, yatağımdan kaldıran, hayallerim için heyecanlandıran bu şey de neyin nesi diyordu. Neyi bu kadar seviyordum da bu kadar enerji doluydum? Ne içindi mücadelem?..
Zordu bu hayatta tutunmaya çalışmak. Tıpkı anne rahmindeki gibi zordu, her an düşecekmiş hissiyatı ve yeniden ayağa kalma çabaları. Neden bir papatya kokusu kadar masum değildi bu hayat? Neden kan, gözyaşı hüküm sürüyordu şu kısacık yaşam denilen zamanda? Bu kadar kolay mıydı sahi insanların canını acıtmak, hiçbir şey yokmuşçasına hayatına devam etmek? Peki bunca acıya rağmen nasıl nefes alıyor, nasıl ayakta dimdik durabiliyorduk? Bir şekilde zaman geçiyor ve yıllar birbirini kovalıyordu. Öylece bu dünyayı terk-i diyar mı edecektik? Bizi buraya bağlayan bir şey olmalıydı, bizi harekete geçiren, her sabah tekrar tekrar aynı işleri yaptıran… Sevgi denen şey asıl bu muydu yoksa? Sevmek… Hayatı, gözyaşını, ayıcı, kederi ve mutluluğu. Papatya kokusunu sevdiği için mutlu olmuyor muydu yüreği?
Yaşam… İki hece dudaktan süzülen. Bir kum saati durmaksızın ilerleyen. Ve sevgi… Her şeye rağmen yaşamaya göğüs gerdiren. Hepimizin kulağında olan şarkıda demiyor muydu: “…Dünyaya geldik bir kere, kavgayı bırak her gün bu şarkımı söyle, sevdikçe güler her çehre, amaçlar hep bir olsun, kalpler birlikte…”
Tüm olanlara rağmen bir amacı varsa insanın sevmeli yaşamı. Sevgi ayakta tutar, sevgi güç verir, sevgi mücadeleyi öğretir. Tüm olanlara ve olacakları karşı bir siper değil midir sevgi? Sevgi en yaralı, en masum, en imkansızı olduran değil midir? Ellerim kaleme gidiyorsa şayet kalemi sevdiğinden, ayaklarım sokağa açılan bir pencereye, kapıya gidiyorsa hala bir ümitten değil de nedir? Bazen bekleyişleri kolaylaştıran, zorlukların üstesinden gelmede yardımcı olan, harekete geçirmede birebir olandır sevgi. Sevgi ki bu hayatın mihenk taşı, pürüzlerinden takılmadan geçmeyi sağlayan en ihtişamlı duruştur. Zorlukların olduğu, sıkıntıların peyda olduğu bir hayatı yaşanabilir kılar sevgi. Kitabın kapaklarına, o kitaba karşı heyecan duymadıkça kalbim, açamaz ellerim. Heyecan da sevgiden değil midir?
Amaç taşımalı insan, kendini tanımalı. Neyi sevdiğini bilen insan adımlarında korkmadan ilerleyebilmeli. Şayet o insan ki seviyorsa yaşamayı gözyaşını da siler, kanı da durdurur. Yapamıyor mu, kalbinden söküp atar sevmediği ne varsa o sevgisinden aldığı güç ile. Seksen yaşına da gelse insan, seviyorsa yaşamayı bir iz bırakabilir ardından bir gün dosyası kapanacak olsa da dünyaya. Nefes alırken sevebiliyorsa yaşamayı, ardından gelecek nesiller için de sevilebilir kılar dünyayı.
Bu dünyada yaşamayı sevmek dünyanın güzelliklerini, yapıtaşlarını, mimari eserlerini, denizini sevmekten mi ibaret sanıyoruz? Öyleyse darir gözler bilemeyecek mi sevginin varlığını, yaşamayı sevmeyi?..Hayır, hayır. Ruşendil olmalı insan. Gözleri görmese de gönlüyle görmeli, gönlüyle hissetmeli, gönlüyle var olmalı. Yaşamayı sevmek bir çift gözün gördüğünden öte, kalbin hissetmesi olmalı. Yaşamayı sevmek; insanları, tüm varlıklarısevmek ve onlara iyiliklerde bulunmak olmalı. Yaşamayı sevmek; bir iz bırakmak olmalı. Yaşamayı sevmek; kolayca pes etmemek, inandığı amaç uğrunda mücadelesine devam etmek olmalı. İnandığı değer uğrunda çalışmak olmalı. Yaşamın sevilmesi kendinden başlar. Kendini sevecek ki insan, yaşamda neden var olması gerektiği şifresini bulsun. Kendini sevsin ki kim olduğu çabasında bulunsun. Kendini sevsin ki bir değer olduğunu hissetsin ve gördüğü göremediği tüm varlıkların bir değerinin olduğunu anlasın. Yaşam iki hece kadar kolay bir şey olamaz. Yaşamı sevmek sorgusuz bir hayat olamaz. Neden ve niçinler yaşamı değerli tutar. Bunlara bulacağımız cevaplar sevdirir yaşamı. Ve evet. Yaşam bir papatya kokusunda saklıdır. O papatya ki zamanı geldiğinde en güzel kokuyu yayacaktır
Arzu AKIŞ
SDÜ Ebelik Fakültesi 3. Sınıf / SDÜSihat