Tedirginliğimi belli etmeyerek hızlıca kapıdan dışarı attım kendimi. Bir an önce bu baş döndürücü mekândan çıkabilmek için gözlerimle ayakkabılarımı aramaya başladım. Kendimi Üsküdar’ın o bol rüzgârlı ve bir o kadar göz kamaştırıcı sahiline bırakmak istiyordum sadece.

Fakat bir türlü yeni aldığım beyaz spor ayakkabılarımı bulamamıştım. Ayakkabılarım adeta benden saklanıyor ve “Gitme! Burada kalmalısın. ” diyorlardı ancak gitmem gerekiyordu. Çünkü cevap bulmam gereken sorular vardı. Bir an önce sahile varıp sakin bir kafayla düşünmem gerekiyordu. O sırada beyaz ayakkabılarımın bir kundura altında ezildiğini fark ettim. Dayının biri kundurasını hiç dikkat etmeden o çok sevdiğim ayakkabılarımın üstüne fırlatmıştı. Bu çok sinir bozucuydu. Ne kadar rahatsız olsam da bir an önce çıkmalıydım buradan. Daha fazla bekleyemezdim. Hızlıca ayakkabılarımı giyip koşar adım sahile doğru yürüdüm. Sonunda biraz nefes almayı başarmıştım. O aşığı olduğum turkuaz deryaya teslim etmiştim kendimi. Aramızda kısa demir bir korkuluktan başka bir engel yoktu. Bıraksa mıydım acaba kendimi o engin maviliğe? Belki bu sayede bütün bu aklımı kemiren sorulardan kurtulmuş olurdum ve hiçbir sorun kalmamış olurdu. Nasıl olsa her sorunun cevabını kısa yoldan öğrenmiş olacaktım ama emin olamadığım bir nokta vardı. Ya adamın anlattıkları doğruysa? Bu durumda gideceğim yerde beni ebedi bir hüsran ve azap bekliyor olacaktı. İçimden bir ses ise durmadan adamın söylediklerinin doğru olduğunu tekrarlıyordu. Böyle bir riski göze alabilir miydim? Birden içimdeki baskın atlama isteğinin yerini korku ve endişe almıştı. Bu düşünceler içindeyken birden ellerimi çekiverdim korkuluğun üzerinden. Demirin verdiği soğukluk yüzünden ellerim buz kesmişti. Aynı zamanda titremeye de başlamıştım. Havanın soğukluğu iyice etkisini göstermişti üzerimde. Isınmam gerekiyordu. Tabii bunun için uygulanabilecek en iyi çözüm yürümekti. Her derde deva değil miydi zaten bu yürüyüşler! Yavaş adımlarla kendimi sahil yolundaki kaldırımlara teslim ettim. Peki şimdi ne olacaktı? Nasıl cevap bulacaktım sorularıma? O mescitteki adamın söyledikleri hâlâ kulaklarımda yankılanıyordu. “Neden yaratıldın! Varoluş gayen ne! Ne anlam ifade ediyorsun bu kâinatta! ” daha önce kendime sormadığım sorulardı bunlar. Evet, ben niçin bu Dünyadaydım? Bunun bir anlamı olmalıydı. O üniversitede gördüğümüz, sözde kusursuz tıp derslerinin hiçbiri bunlara cevap veremiyordu. Senelerdir öğrenmiş olduğum bilimsel bilgiler bu sorular karşısında çaresiz kalıyordu. Bütün bu bilimsel dayanaklar yalnız hayatta olduğum süreci tanımlıyordu. Peki ya ölüm! Öldükten sonra ne olacaktı? Ne bekliyordu bizi? O sırada yükselen vapur sesi dikkatimi kendine çekmeyi başarmıştı. İnsanlar hıncahınç bir şekilde vapurdan inmeye çalışıyordu. Hepsi bir yerlere yetişebilmenin peşindeydi. Peki bu insanlar bir gün öleceklerinin farkında mıydılar acaba? Hiç sanmıyorum! Hepsi kendini dünyanın o cilveli meşguliyetine kaptırmış durumdaydı. Mesai bitimi olduğu için bir an önce evlerine varıp dinlenmenin peşindeydiler. Tabii bu var olan gerçeği değiştirmiyordu. Her biri bir gün, hiç beklemediği bir anda ölümün soğuk yüzü ile tanışacaktı. Sonra ne olacaktı peki? Yok mu olacaktık hepimiz? Hayır, böyle bitmemeli! Bu kadar yaşantının bir anlamı ve karşılığı olmalı. Bir sonuca ulaşmalıydı her şey. Bilime göre bile bu böyleydi. Her madde girdiği tepkimenin sonucunda bir ürün elde eder. Her kuvvet uyguladığı etki karşılığında bir tepki kuvveti alır. İnsanoğlu da dünyada yaptıkları sonucunda bir karşılık almalı, bir ürün elde etmeliydi. Eğer öyle olmazsa kötüler kötülükleriyle, mazlumlar ise âhlarıyla kalacaktı. İnsanoğlunun tüm yaptıkları yanına kâr kalmış olacaktı. Bu çok saçma! Ölümün bir anlamı olması gerekiyordu. Bir dakika! Bulmuş olmalıydım. Ne diyordu Necip Fazıl bir mısrasında:

Ölüm güzel şey, budur perde ardından haber…

Hiç güzel olmasaydı ölür müydü Peygamber?

Öleceğiz müjdeler olsun, müjdeler olsun!

Ölümü de öldüren Rabbe secdeler olsun!

Evet, şimdi anlıyordum Necip Fazıl’ın neden böyle söylediğini. Ölüm kötü değildi. Hatta aksine güzel bir şeydi ölüm. İnananlar için bir kurtuluş, mazlumlar için özgürlüktü. Demek bu yüzden gözü kapalı ölüme koşabiliyordu sahabeler. Onlar için bir kayıp yoktu. Aksine bir kazanç bekliyordu onları. Bu zamana kadar nasıl anlayamamıştım, nasıl da çözememiştim bu basit bulmacayı. Hakikatin düğümleri gitgide çözülmeye başlamıştı. Peki bu kazancı onlara verecek olan Rab kimdi? Kimdi hesabı soracak ve adaleti sağlayacak olan? O sırada kulağımı patlatırcasına çalan bir korna sesi beni içinde bulunduğum düşünce âleminden koparmıştı. Arabanın biri durmadan kornaya basıyordu. Şoför kafasını camdan çıkarmış, elini bana doğru sallayarak bağırıyordu. Ne dediğini anlayamamıştım ama anlaşılan pek güzel kelimeler sarf etmiyordu. Derdi neydi bu adamın? Bir anda yolun ortasında öylece durduğumu fark ettim. Trafik kilitlenmişti benim yüzümden. Meğer trafik lambasında kırmızı ışık yanmadan yola atlamıştım. Arabalar ani fren almak zorunda kalmıştı benim yüzümden. Demek bu yüzden bu kadar bağırıyordu o koca yanaklı, kalın kaşlı adam. Herkes bana bakıyordu şaşkın bir şekilde. Eğer bu şekilde yolun ortasında beklemeye devam etseydim arabalarda bulunan adamlar inip beni bir güzel benzetecekti. Bu akşam hiç dayak yiyecek havada değildim. O yüzden hızlıca yoldan çekildim ve yürümeye devam ettim. Az önce yaşanan olayın etkisini atlatmam uzun sürmedi. Tek isteğim artık çözmeye başladığım varoluş matematiğini tam anlamıyla sonuçlandırmaktı. Kafamın içine yerleşmiş toz bulutlarının dağılması gerekiyordu artık. Ama bunun için hâlâ cevaplanması gereken sorular vardı. Bu sorulardan en önemlisi ise bu yaratılış perdesinin ardındaki yaratıcının kim olduğuydu. Çocukluğumdan beri ismini biliyordum aslında. Allah(c.c) diye öğretilmişti bize. Fakat onu ne kadar tanıdığım meçhuldü. Sadece anlatıldığı kadarıyla biliyordum. Bu konuda hiç kafa yormamıştım. Acaba, benim tasavvurumda ki yaratıcının nasıl özellikleri olması gerekirdi. Buna biraz kafa yorsam iyi olacaktı. Bir kere bütün bunları yapabilecek yaratıcının sınırsız ve sonsuz güç sahibi olması gerekir çünkü mantık dünyamda sınırlı bir varlığın sınırlı başka bir varlığı yaratması mümkün değildi. Bu çok ahmakça bir düşünce olurdu. Aynı zamanda tasavvurumdaki yaratıcın kusursuz olması da gerekir çünkü bu kadar muhteşem ve sanatlı bir düzen ancak kusursuz ve sonsuz sanat sahibi bir yaratıcı tarafından var edilebilirdi. Bunlar resmen annemin çocukken bana anlattığı şeylerle birebirdi. Ahh! Canım anam. Çok inançlı bir kadındı kendisi, tabii onu kaybedene kadar ben de inançlı sayılırdım. Ama ölümünden sonra her şeyi terk etmiştim. Perişan bir halde aylarım geçiriyordum. Kabullenememiştim bir türlü ölümünü, inanmak istemiyordum gittiğine. Fakat şimdi içimdeki o üzüntü azalmaya başlamıştı. Aylardır atlatamadığım o travma geçmeye başlamıştı. Çünkü artık annem için üzülmeme gerek yoktu. Kötü bir yere gitmemişti ki annem. Kurtuluşa erenlerdendi o. Onun için orada üzüntü diye bir şey olmayacaktı. Annem her fırsatta bize de tavsiyelerde bulunurdu. Sürekli “Allah (c. c)’a sığının, derdinize deva olacak olan odur. O bütün eksik ve noksan sıfatlardan münezzehtir. ” derdi. Evet, kesinlikle öyleydi. “O tüm eksik ve noksan sıfatlardan münezzehti. ” bu cümle kalbimin derinliklerinden dudaklarıma doğru akmıştı adeta. En derinden, kendi özümden dökülen kelimelerdi bunlar. Doğduğum günden beri kullandığım bu vücutta daha önce keşfedemediğim bir yerden gelmişti. Hazine bulmuş gibiydim adeta. Tam o sırada o yeni keşfettiğim özüme doğru akan bir ses yükseldi minareden. Tam karşımda duran ihtişamlı Mihrimah Sultan Camii’nden yankılanıyordu semâya ezan sesi. Bu bir tesadüf olamazdı. Olsa olsa bir “tevafuk” olabilirdi bu denk geliş. Rabbi’m beni huzuruna çağırıyordu, kurtuluşa çağırıyordu beni. Koşmalıydım, koşmalıydım. Bir an önce gitmeliydim beni ve her şeyi yaratan Rabbi’min huzuruna. Bundan daha değerli ne olabilirdi ki! Hızlıca dışarıdaki şadırvandan abdest almak için yerimi aldım. Vücudumdan dökülen her damla kendiyle beraber içimdeki tüm kötülükleri alıp götürüyordu. Aynı suyla gün içinde defalarca kez yıkanıyordum ama hiçbiri böyle hissettirmiyordu. Abdestimi bitirmiştim. Koşarak cami cemaatine katıldım. Küçükken her gün namaz kılmam için peşimden koşan annem, beni bu halde görse ne kadar da sevinirdi. Sakince oturup kametin okunmasını beklemeye başladım. Beni gören dayılar, başta şaşırıp ardından sıcak bir gülümseme ile selam veriyordu. Huzurun zirvesine ulaşmış gibiydim. Kametle beraber herkes ayağa kalkmaya başladı. Tüm cemaat saflara dikkatli bir şekilde diziliyordu. Ben de sessizce bu safların birinde yerimi aldım. Niyetimi getirerek ellerimi kulaklarıma götürdüğümde o içimin en derinliklerinden yani özümden sadece iki kelime döküldü dudaklarıma:

! (هللا أكبر) Ekber Allahu

Yazarın Notu:

Yazar bu notu ana başlıkları nasıl kullandığını açıklama ihtiyacından dolayı yazmıştır. Yazar, ana konular olan “Öz, farkındalık, üslup” başlıklarının tamamını yazısına işlemiştir. İşleyiş şekli ekte belirtilmiştir.

Öz: Yazar, kahramanın öz buluş serüvenine tanıklık ettirerek okuyucu için bu yolda bir patika açmaya çalışmıştır. Bu şekilde okuyucuyu da bir öz arayış çabasına sürüklemeyi hedeflemiştir.

Farkındalık: Yazıda bulunan ve kahramanı bir öz arayışa sürükleyen “Mescitteki adam” karakteri kahraman üzerinde bir farkındalık oluşturma çabası içerisine girmiştir. Yazar da bu olay örgüsünü kullanarak okuyucuya farkındalığı aşılamaya hedeflemektedir.

Üslup: Yazar üslubu iki açıdan kullanmıştır. Birincisi yazarın meramını roman tarzıyla okuyucuya aktarma çabası bir üslup örneğidir. İkinci olarak hikaye kahramanını “Mescitteki adam” karakterinin etkilenmesinin sebebi de sorduğu sorularda kullandığı harekete geçirici ve etkileyici üsluptur. Bu durum da üslubun insan üzerinde ne kadar etkili olduğunu gösteren bir örnek niteliğindedir.

Sonuç olarak belirtilmesi gereken şöyledir. Yazar bu başlıkları anlatma ve açıklama derdinde değildir. Yazarın bu yazıda ki hedefi başlıkları hissettirme, yaşatma ve okuyucuya uygulatmadır. Yani yazar bir harekete geçirme meramı içerisindedir.

Seyyid Muhammed Yusuf İPTAŞ