Sarıldı mor atkısına. Yüzüne değen ve gözünü açamadığı her damlada daha çok sokuldu. Gözlerini de yere indirdi her zamanki gibi. İşte şimdi dünyasında, daha korunaklıydı.Gökyüzü mavinin o en dingin tonundaydı ve kızılla boyanmıştı. Etraf içinin sesini daha iyi duyabilsin diye biraz gürültülüydü bugün.
Her zaman geçtiği yola geldi. Kaldırdı gözlerini. Bir damla süzüldü kirpiklerine yukarılardan. Gülümsedi, teşekkür etti. Uzun zamandır bekliyordu bu işareti. Cesaret edemiyordu. Ellerini birleştirdi, güç aldı yine. Bir eli ötekine sahip çıkardı hep. Başkasına da bırakamazdı zaten böyle mühim bir görevi. Kendi elini sıkabildiği kadar nasıl sıkardı insan bir başkasının elini? Ayakları hızlı hızlı adımlıyordu. Sanki rotasından emindi. Nereye varacağını bilemediğin bir yazıda durdurulamayan bir kalem kadar. Ne yazacak, nereye varacak, tenhalarda mı dolaşacak yoksa kalabalıklarda insanlarla mı çarpışacak?
Kalabalıktı. Sesler de, birbirini hızla geçen ayaklar da artmıştı. Yavaşladı, yanlış gelmişti. Sevmezdi ki o kalabalıkları. İnsanlar izlerdi. Hiç işleri yokmuşcasına izlerlerdi. Mor atkısını tutmak için kaldırdı elini, anında pişman oldu. Nasıl da terk etmişti şu insan selinde kendini. Kaybolacaktı işte, hep olurdu. Yer yön duygusu gelişmemişlerdendi zaten. Sezgileriyle bulabildiği kadardı yolları. O yüzden hep kendi coğrafyasına varırdı. Az kimselerin olduğu coğrafyalar.
İnsanlar ışıktan sağa döner, camiye sırtını dayar, köşedeki marketten az ilerlerlerdi. Kendi adresleri ve tarifleri vardı. Genç kızsa yalnızdı. Haritası da yolu da adımları da başkaydı . Ah bir de bakmasalardı…
Durdu ayakları, kaldırdı kafasını. Önce kaşları kalktı istemsiz, sonra kıvrılıverdi dudakları. İçinde yuvasını bulan bir kuşun huzuru, hareli gözlerinde yuvaya duyduğu özlem. Yıllar olmuştu gelmeyeli bu çocukluğuna şahitlik etmiş kaldırımlara. Bir daha hiç gelemeyecek gibi ayrılmıştı buralardan. Neydi şimdi tekrar pusulasını buralara çeviren?
Esen rüzgarı işaret bildi bu sefer, uçuşan elbisesiyle birlikte sola çevirdi başını. Küçük, çelimsiz bir kız çocuğu buldu biraz ilerdeki yıkıntıların dibinde. Kumral ve kirli saçlarının arasından hareli gözleriyle şaşkın, korkak ve bir o kadar haylaz bakışlarla inceliyordu etrafını. Bakışları buluştu. Küçük kız, çocuklara özgü bir vefa ve hafızayla tanıyıvermiş, gözleri parlamıştı. Parlaklığı yavaş yavaş söndü, tanınmamıştı. Hırçın bir sesle sordu: ‘’Neden geldin?’’ Bakışları yalnızlık ve küskünlükle doluydu. Genç kız tanıyordu bu bakışları. ‘’Bilmiyorum.’’ dedi. Bilmiyordu. Serin havanın ona bir şeyler hatırlattığını duyumsadı bir yanı. Sonra hıphızlı gelişti her şey.
Kirpiklerine düşen yeni bir damla büyüdü, büyüdü. Suyun rengi saydamlıktan gökkuşağına büründü önce. Kirpikleri birer ip oldu ve tutundu gökkuşağına. Uçan bir balonun içindeydi şimdi. Çocukken böylesine renkli ve kocaman bir zaman makinesi icat etmeyi hayal ederdi. Yükseldi balon, küçük kızı hatırlayıp telaşlandı tam aşağıya seslenecekti ki onu yanıbaşında buldu. ‘’Seninle kalmamı istediğin sürece seninleyim zaten’’ dedi bilmiş bir tavırla küçük kız. Bu cevaba gülümsedi, komik ve sevimli bir çocuk bulduğunu düşünmeye başlamıştı. İncelemeye başladı yüzünü dikkatle, üşüyor muydu? Ellerini çözdü genç kız, mor atkısını çıkardı. Kumral saçların etrafına yavaşça doladı. O anda yanlarından uçan bir turna dikkatini dağıtmıştı ki sıcacık küçük bir el hissetti avuçlarında. Sonra balon da, kuş da, yağmur da ve hatta çocuk da bir yapbozun kaybolan parçaları gibi içine dolmuştu sanki. Bacaklarına dolan bir koşma arzusu, aşağılarda deniz kıyısına park edilmiş bisikletler, aralarında çiçekler yeşermiş kaldırımlar, gözleriyle gülen insanlar, köşebaşındaki beyaz Şahin ve o bahçedeki gül.
‘’Neler oluyor?’’ dedi heyecanla. Küçük kız mutlulukla kıkırdıyor yerinde duramıyordu.
‘’Beni kaybetmediğin sürece başaracaktık unuttun mu? Yolda karşılaştığımız insanlara gülümseyecek, çiçeklere selam verecek, bahçemizdeki o tekirle sabahları muhabbet edecektik. Sokakta uyuyan her bir kişiyle üşüyecek, haksızlığa uğrayan herkesle adaleti arayacak, yetişemezsek uzanamazsak uykularımızı kaçıracaktık. Ancak yeni bir güne her uyanışımızda umut etmeye yeniden başlayacaktık. Gökyüzüne bakmaya, gözlerimizin ışığını yakmaya, yoldaki o tek taşı kaldırmaya, yaşamaya ve sevmeye. Önce kendimizden, yeniden başlayacaktık. Madem geldin nihayet, hoş geldin. Hadi başlayalım…’’
Şuranur Doğan