“Biz gelmedik kavga için,

Bizim işimiz sevda için.

Dostun evi gönüllerdir,

Gönüller yapmaya geldik. ”

Ne güzel anlatmış Yunus Emre aslında mevcudiyetimizin sebebini. Uzayıp giden yıllar, günlük meşgaleler, yetişmek için koşulan yollar içerisinde özünü kaybetmeye başlamış insanlığın en büyük buhranına 4 dizede ne sade bir reçete yazmış aslında! Peki bu reçeteyi günlük hayatımıza ne kadar sığdırabiliyoruz? Gelişimizi ne sıklıkla düşünüyor, ne sıklıkla soluklanıp gidişimizi sorguluyoruz? Sürekli dönemeçlerin olduğu ve daha önce hiç kullanmadığımız labirent gibi bir yolda olduğumuzu düşünün. Hedefimizi yazdıktan sonra çıkan tarife bir defa bakıp kapatır mıyız? Yoksa her yol ayrımına geldiğimizde navigasyonu kontrol ederek yönümüzü mü tayin ederiz? Her yol ayrımında rastgele dönüşler yaptığımızı düşünün. İlk birkaç yanlış kararımızda, fark ettikten sonra yolumuzu tekrar bulabiliriz. Fakat her yol ayrımında bu hataları tekrar edersek iş içinden çıkılmaz bir hal alacak, kaybolduğumuzu fark ettiğimizde yolumuzu yön duygumuzla tayin etme fırsatımız olmayacaktır. Ama korkmayın! Çünkü navigasyon hâlâ elimizde ve ne kadar çok hatalı karar vermiş olursak olalım, bir şekilde o bizi tekrar doğru yola sokacaktır!

İşte hedefimize giden doğru yolların geçtiği istikamet İslam’dır, hedefimize varmak istiyorsak bu istikameti takip etmemiz gerekir. Sünnet; o istikamete dökülmüş asfalttır, yol alışımızı kolaylaştırır ve güvenli hale getirir. Navigasyon ise akıldır. Gideceği yönü tayin etmek aklın işidir. Yunus Suresi 100. Ayet der ki “Allah’ın izni olmadan hiç kimsenin inanması mümkün değildir. O, akıllarını kullanmayanları inkâr bataklığında bırakır”. Yani iman, akletmenin sonraki adımıdır. İnsanın aklederek imanı hak etmesi istenmektedir. Nitekim Rabb’imiz Kur’an’da birçok yerde bize “Siz hiç akletmez misiniz? ” diye seslenmekte ve sürekli navigasyonumuzu kullanmamızı öğütlemektedir. O halde nefsimize karşı da aklederek özümüzü korumamız icap eder.

Tatlı ve tuzlu iki çeşit su düşünün. Nefis tuzlu suya benzer ki, içende susuzluk hissi azalmak yerine artar ve insanın içtikçe içesi gelir. En sonunda içtiği suyu vücudundan uzaklaştırır, vücudunda kalan tuzlar yüzündense çeşitli hastalıklar baş gösterir. Su, ameldeki zevktir. Tuz ise zevkteki günahtır. İman da tatlı suya benzer ki bir avuç içene dahi nefes verir, gözünün önünü açar. Damla, denize düştüğünde deniz olur. Nefis denizine düşer isek, nefsani duygular bedenimizi kuşatır ve artık onun ta kendisi olur, özümüzü kaybederiz. İşte o denize düşmemek için doğru yolları tercih etmeli, bunun için de aklını kullanmalı insan.

Başta bahsettiğimiz labirente geri dönelim. Bu karmaşık yola 5 arkadaş 5 farklı arabada peşi sıra girdiğimizi, navigasyonumuz açık bir şekilde ilerlerken bir yol ayrımında en öndeki arkadaşımızın yanlış bir yola saptığını gördüğümüzü düşünün. Arkasından bir arkadaşımız daha, arkasından biri daha, sonra biri daha… Navigasyonumuz bize doğru yolu gösterse bile beraber yola çıktıklarımız başka bir yola saptığında biz de farkında olarak ya da olmayarak onların peşinden gitmeye devam ederiz. Her hatalı dönüşümüzden sonra rota yeniden hesaplanır ve tekrar doğru yola sokulmaya çalışılırız. Fakat önümüzdeki 4 arkadaşımızın da yol tariflerine zıt hareket ediyor olması, artık önemi kalmayan navigasyonu kapatıp onların peşine takılmamıza sebep olur. Artık yolumuzun nereye çıkacağı bizim elimizde değildir ve bu konuda hiçbir fikrimiz de yoktur. O halde istikametten sapmak istemeyen kişi, navigasyon kullanan arkadaşlarla yola çıkmalıdır.

Yol üzerindeki trafik ışıkları da adalettir. Ne zaman durup ne zaman devam edeceğimize o karar verir. Elektrikler kesilip trafik ışıkları söndüğünde düzen altüst olur ve araçlar zincirleme kazalara karışarak yola devam edemezler. Bu yüzdendir ki Rabb’imiz Kur’an’da adaleti kesin bir dille emreder (Nahl 16/90). Adaletin azı çoğu yoktur. Öyle uygulandığında bunun adı adalet değil, zulüm olur. Etki tepkiyi doğuracak, zulme uğrayan başkasına zulmedecek ve toplumdaki güven ortamı zincirleme bir şekilde yok olacaktır. Öyleyse öz, sadece kişide değildir. Toplumun da özü vardır ve bunun korunmasının yolu düzenden, düzenin sağlanması da adaletten geçer.

İslam merhamet dini, peygamberimiz (SAV) de merhamet timsalidir. Peygamberimiz (SAV)’in görevlendirildiği dönemler, trafik ışıklarının çalışmadığı ve tam bir kaosun yaşandığı dönemlerdir. Nitekim bu düzene karşı çıktığında ona bile yapmadıkları kötülük kalmamış, buna rağmen o hiç kimseye kötü davranmamıştır. Çünkü merhamet, inanmayan kişinin kalbini İslam’a ısındırmak için çok kuvvetli bir güç ve elzem bir ihtiyaçtır. Nitekim Kur’an’da şöyle buyrulmaktadır: “Hem sonra iyilik de denk olmaz kötülüğe. Kötülüğü en güzel olan iyilikle savuştur. O zaman bakarsın ki, seninle arasında bir düşmanlık bulunan kimse yakılgan bir hısım gibi olmuştur (Sura/41-43).”

Şöyle ki, bir sütü yoğurt yapmak için önce sütü bir miktar ısıtmak gerekir. Sütü, muhatap kişi kabul edersek onu ısıtacak olan hatalarına karşı gösterilen merhamettir. Süt kıvama geldiğinde içine bir miktar yoğurt katılır. Burada katılan yoğurt senin itikadındır. Eğer sütü ısıtmazsan yoğurt tutmaz, o yüzden merhamet şarttır. Sütü ısıtsan ama içine eklediğin yoğurt, yani senin itikadın, sağlam değilse yoğurt yine tutmaz. O yüzden kişi önce kendine çekidüzen vermelidir. Kıvamı iyi olmayan yoğurt süte katılırsa hem yoğurt hem de süt hiç olacaktır.

Bir anne-baba bal yememesi gerektiği halde gizlice yemeye devam eden çocuklarını Abdülkadir Geylani Hazretlerine getirmeye karar verirler. Durumu anlatırlar ve Abdülkadir Geylani Hazretleri 40 gün sonra tekrar gelmelerini söyleyerek onları geri gönderir. 40 gün sonra ailesiyle tekrar gelen çocuğu karşısına alan Geylani, ona bir daha bal yememesini telkin eder. Aile şaşırmıştır ve 2 çift laf için neden onları 40 gün beklettiğini sorar. Abdülkadir Geylani Hazretleri de şöyle buyurur: “40 gün önce ben de bal yiyordum. Bal yiyen birinin, bir başkasına “Bal yeme! ” demesinin hiçbir etkisi olmazdı. 40 gün önce bal yemeyi kestim, önce kendi nefsimde denedim bal yememeyi. Kendim başarınca sözüm de tesir etti”.

Öyleyse ancak kendimizden başlayarak zincirleme bir öze dönüş hareketine sebep olabiliriz. Bu zincirin diğer halkalarına sımsıkı sarılarak, navigasyonun tarifini yoldaşlarımızın tercihleriyle pekiştirmeliyiz. Yollar labirent gibi olsa da hepsi sonunda aynı noktaya varacaktır. Varışımızda aracımızın sağlam olmasını istiyorsak doğru yolları tercih etmeli, istikametten ve asfalttan ayrılmamalı, kuralları gözetmeliyiz. Varışımızda tertemiz arabaları görüp hatalı dönüşlerimize hayıflanmak istemiyorsak vakit geldi. Artık zaman, bu hareketi başlatma zamanıdır. Artık zaman, öze dönüş zamanıdır. Allah; hakkın karşısında vav, zulmün karşısında elif olarak bir ömür geçirmeyi, daima istikamet üzere kalarak nihai hedefimize, onun rızasına, ulaşmayı cümlemize nasip etsin.

Muhammed Arif DOĞAN