Öz, tıpkı görme engelli birinin kendi karanlığında dokunarak hissetmeye çalışması gibi yıllardır insanoğlunun anlamaya çalıştığı ama bir türlü anlayamadığı o büyük cevher.

Tasavvufta derler ki insanın karşısındaki insanda bir kötülüğü görebilmesi için içinde o kötülükten bir parça, bir iyiliği görebilmesi için de içinde o iyilikten bir parça bulunması gerekir. İşte bu yüzden insan, insanın aynasıdır. İnsanın özünü arayışı birbirimizdeki o parçaları keşfetmeye çalıştığımız yollardan biri sadece. O yüzden senin özün karşındakinin sende gördüğü, hissettiği kadar; mühim olan benliğini başka bir benlikte bulabilmek, karşındakinin özünü anlayabilmek aslında. İnsanın özünü anlayabilmek de bir insanın acısının, sevincinin, hüznünün, heyecanının farkında olabilmekten geçiyor. Doğu Türkistan’lı bir babanın zorla alıkoyulan kızını arayışındaki çaresizliği hissettiğimiz zaman, Boşnak bir çocuğun ölmeden önce annesine dönüp “Çocukları daha küçük kurşunla öldürürler değil mi anne?” diye soruşundaki masumiyeti anlayabildiğimiz zaman, etrafımıza dönüp bakınca aslında gerçekten görmediğimizin, hissetmediğimizin farkına vardığımız zaman anlıyoruz ki asıl kaçtığımız o aynadaki aksimiz. Ya o zulümden bir parça görüyoruz kendimizde ya da mazlum oluyoruz onlarla birlikte. Ama her iki durumda da kaçıyoruz, örtüyoruz aynalarımızı. Çünkü yanlış yapmaktan, yanlış yolda olmaktan korkuyoruz. Farklı yollardan özümüzü arıyoruz. Kimimiz dağları aşıyoruz, kimimiz olduğumuz yerde bekliyoruz, kimimiz de kestirme yolunu arıyoruz varmanın. Kendimizce böyle mücadele ediyoruz, yolda olmaya çalışıyoruz. Halbuki dönüp dolaşacağımız yer aynı değil mi? Benliğimiz, özümüz bir değil mi? İşte bu yüzden önceliğimiz tüm kimliklerimizden sıyrılarak insan olduğumuzun farkına varmak olmalı bence. Önce insanız, unutmak fıtratımızda olsa da bunu unutmamalıyız, önce insanız. Sonra kendimizi anlatmanın bir yolunu buluruz elbet. Örttüğümüz aynalarımızı birer birer açınca gerçeğimizi, özümüzü de göreceğiz. Yeter ki doğru yerden bakmayı bilelim. Özümüzü sözümüzü bilelim.

Sahi aklıma geldi birden özlem de ne kadar özden değil mi? İlk katıldığım çalıştayda anlamlandırmaya çalıştığım özün özlemi filizleniyor bende. Ama bir yandan da vuslattan emin olmanın umudu kaplıyor içimi. Bir yanım endişeyle doluyken, diğer yanımın büsbütün ümitle dolu olduğunu fark ediyorum. Gerçekten neden böyle insan? Nasıl oluyor da zıtlıklar özümüzde böylesine hüküm sürebiliyor? Bu nasıl bir ahenk? Şaşırıp kalıyorum, anlam veremiyorum. Aslında bu zıtlığın insanı kendine çeken çok derin bir tarafı da var. Hani Niyazi-i Mısri de diyor ya “…burhan sorardım aslıma, aslım bana burhan imiş…” anlamaya, tanımlamaya çalışırken dahi bir zıtlığa sığınıyoruz. Özümüz de ruhumuz da kendine kavuşmaya çalışıyor aslında. Bir ömür kaçtığımız şeyi aradığımızı fark ediyoruz. Baktığımızda bu zıtlığın vermiş olduğu acıyı, belirsizliği, hatta bizi tüketeceğini bile bile ev sahipliği yapıyoruz benliğimizde. Çünkü merak ediyoruz. Bu özümüz neyin nesi? Bu endişemiz neden? Sadi Şirazî’ye “İnsan nedir? ” diye sormuşlar. “Yek katre-i hûnest, sâd hezârân endîşe” yani birkaç damla kan ve binbir endişe demiş. Aslında içinde çırpınıp durduğumuz özümüz bundan ibaret. Yani endişelenmekten, belirsizlikten istesek de kaçamıyoruz. Bu öyle bir şey ki ince bir şeridi takip etmeye benziyor. Şükredenlerden de olabiliriz, isyan edenlerden de. İşte tam bu noktada insanın kendi aksine baktığı aynalar önem kazanıyor. Ne demiş atalarımız bana arkadaşını söyle sana kim olduğunu söyleyeyim. Ne olduğunu, ne istediğini, niye var olduğunu bilen, sorgulayan insanlarla beraber olmak; böyle aynalarda kendini görebilmek, fark edebilmek çok büyük bir nimet bence. Allah hepimize bu nimetin şükrünü de eda edebilmeyi nasip eder inşallah.

İnsan zannettiğinin hem çok daha fazlası, hem de çok daha azı. Bunu anlayabilmek özgür olmaktan, yani insanın özünün gür olmasından geçiyor. Özü gür olmak, özünü bilmek gerçekten büyük bir erdem; insanı harekete geçiriyor, eyleme götürüyor. Ne diyelim o zaman nice hareketlerde görüşmek ümidiyle…

Senanur ARGIN