İlkokul ikinci sınıfa gidiyordum. Sonbahar mıydı kış mıydı tam hatırlamıyorum ama kış olsa gerek, sobanın çıtırtılarını hatırlıyorum. Sanki hafta sonuydu ya da değildi tam bilemiyorum. Ailece evdeydik, onu biliyorum. Çeyrek asrımı tamamlamaya yakınken bu kadar uzak anıları fotoğraf kareleriyle canlandırabiliyorum.
Bir sela duydum. Mahalle camisi evimizin iki sokak arkasında olduğundan ezanları da selaları da çok yakından duyuyorum. Sela bitince söylenen isimle irkiliyorum, göğsümde kalbime denk gelen kısımda adını bilmediğim bir şey hissediyorum. Çocukluğu sessiz geçmiş bir kızın sela sonrası 3 kere tekrarlanan isimle sessizleşmesi pek dikkat çekmiyor tabii. Çocukken bazı şeyleri bilmiyoruz ama cuma günü dışında okunan selaların ne anlama geldiğini biliyoruz.
Hatırladığım ilk ölüm 8 yaşıma denk geliyordu.
Sınıf arkadaşımın ismini duyduğumda belki aynı isimle bir büyüğün öldüğünü düşünüyorum. Çocukken de insan tanıdığı, sevdiği insanların ölümüne inanmazlar. Çocukken çocuklar pek ölmez zannederiz. Önceden verilmiş bir ödevim var. Bir yakınımıza mektup yazacağız. Köydeki amcama mektup yazıyorum. Çocukken de mektuplar beni çok etkiliyormuş besbelli. Çünkü bu ödeve fazlasıyla özeniyorum. Okula hep erken gidenlerden oldum. Sınıfa girdiğimde ya kimse olmazdı ya da bir iki kişi olurdu. O gün benden başka iki arkadaş vardı sınıfta. Hevesle yaptığım ödevi onlara da soruyorum. Dün duyduğum seladaki arkadaşı söylüyorlar.
-Şimdi bunu mu düşüneceğiz, sınıf arkadaşımız öldü.
Tamam ben de duymuştum dün camiden gelen seste ismini. Ama sanki çocuklar ölmezdi. Yavaş yavaş sınıf dolmaya başlarken iki kadın giriyor sınıfa. Biri diğerinin koluna girmiş. Ayakta duramıyor diğeri. Burada mı oturuyordu diye soruyor. Sıraya otup ağlamaya başlıyor. Biz de ağlıyoruz anneyle birlikte. Ağır olan bir çocuğun ölümü müydü yoksa o annenin çaresizliği mi? Çocuk kalbim bunu pek ayırt edemedi. Ne yazık ki büyümüş, o günlere çok uzak olan genç kalbim de bunu pek ayıramıyor.
Çocuklar cennete gider.
Böyle söylemişlerdi hep. O annenin yüreğini ferahlatmıştır inşallah diye dua ettim ben de. Arkadaşımın ismini hatırlıyorum. Bugün o sınıfa girsek annesinin oturup ağladığı sırayı da gösteririm herkese. Ama arkadaşımın yüzünü hatırlamıyorum. Mavi önlüğüyle bahçede koşturan onlarca çocuğun yüzü var hafızamda. Orasını kurcalıyorum burasını kurcalıyorum bulamıyorum. Kaybettiğim kalemim değil bu arkadaşımın yüzü ama bir türlü bulamıyorum.
Yıllar sonra bir cenazeye giderken hatırlıyorum ilkokul arkadaşımı. Meğer o günün çocuğu yalnızca çocukların değil sevdiklerinin ölmediğini zannediyormuş. Oysa ölüm korkusunu yaşadığı vakitlerde bir gün ölümün ona geleceğini biliyordu ya da bildiğini zannediyordu. Meğer yalnızca anneler evlatlarının ardından değil evlatlar da annelerinin ardından dizlerinin üzerine düşüp kalıyormuş.
Toprak yaratıldığımızdan beri yanımızda. Büyürken bizi besleyen meyvelere yuva, öldüğümüzde üzerimize örtü. O günlerde toprak biraz ağır görünüyor sanki. Eski mezar taşlarının yanına biri daha ekleniyor.
Büyüdükçe ölümlerin sesini daha çok duyar oldum. Büyüklerimiz derdi ki: İnsanın ömrü bir ezanla bir namaz arası kadar. Doğunca ezanı okunur, ölünce o ezanın namazı kılınır. İşte ezanla namaz arası ne yapıyorsak o gelecek bizimle.
Ezanla namazımızın arasını hayır işlerle doldurmak nasip olsun bize.